Ece Ayhan'ın sağ kulağı iyi duymazdı. 1982-83 yıllarında Bodrum Gümüşlük'ü mekân tutmuştur. Şadırvanlı kahvede İlhan Berk ile buluşurlar. Berk, elbette şair inceliğiyle Ayhan'a sezdirmeden yüksek sesle konuşmaya çalışır. Yine böyle bir buluşma sonrası Berk, bir başka arkadaşıyla da yüksek sesle konuşmaya başlar. Fakat Ayhan'ın deyişi ile Berk'in 'aynı eküri'den olan arkadaşı dayanamayacak ve "Ne bağırıyorsun yahu?" diyecektir. Ece Ayhan ile Cemal Süreya'nın karşılıklı konuşmalarının yer aldığı 1987 tarihli
Sarışın Cumhuriyet başlıklı yazının ilginç bir özelliği de Ayhan'ın 'karaşın' sözcüğünü kullanmasıdır. 'Karaşın' sözcüğü, Ece Ayhan'ın 1985 tarihli
Mektup Nadajlıdır Dom! başlıklı şiirinde de yer alacaktır. Şiirin ilk iki dizesi şöyledir: "Diyorlar, korkutarak karaşın kıldığımız sarı / Dağlar gibi gençler alemde perişan oldular." 'Karaşın', bilindiği gibi '-şın' ekiyle yapılan bir sıfat. 'Sarı'dan, çokça kullandığımız 'sarışın'ı yapmışız, Anadolu'nun kimi yörelerinde bugün de kullanılan 'mavi'den de 'mavişin'i... Fakat 'karaşın'ı 15. yüzyıldan sonra unutmuşuz, özellikle de Yunus Emre'nin şiirlerinden sonra... Bir gün Ece Ayhan'a sormuştum, Türk dilinin gelişimini düşünerek mi bu sözcüğü kullandın yazı ve şiirinde, diye... "Yok," demişti, "Yakup Kadri'nin
Nur Baba romanını okurken gözüme çarpmıştı, hoşuma gittiği için de kullandım sanıyorum." Nedim Gürsel'in Doğan Kitap'tan çıkan
Allah'ın Kızları romanının 27. sayfasında büyükanne, torununu Manisa'da İbrahim Efendi adında biri ile tanıştırır. Torun, sonrasını şöyle anlatacaktır: "İbrahim Efendi'nin yüzüne vuruyordu kızıl aydınlık, siyah sakalı ile zümrüt yeşili gözlerini, kara saçlarını, karaşın, geniş alnını aydınlatıyordu." Diyeceğim, kimi sözcükler günlük konuşma dilinden silinir gibi olsa da edebi metinlerde hayat hakkı buluyor; işte 'karaşın' da bunlardan biri...
Allah'ın Kızları, Hazreti Muhammet'in yaşamı ve Kur'an'ın kimi ayetlerinin ışığında düş dünyası zengin bir çocuk ile I. Dünya Savaşı'nda Arabistan'da bulunan dedesi ve yakından tanıdığı büyükannesinin hikâyesi... Hikâye, iç içe iki katmanda gelişiyor. Katmanın bir yüzünde Hazreti İbrahim'den Hazreti Muhammet'e bir anlamda peygamberler tarihi yer alırken, öteki yüzünde Gürsel'in deyişi ile Allah'ı "Şahdamarından daha yakın," hisseden bir çocuk, bu tarih içinde kendi kişisel tarihinin izlerini ve izlenimlerini araştırıp sorguluyor. Ve vazgeçemediği İstanbul fotografisi ve babasının erken ölümü, annesinin Fransızca öğretmeni olması nedeniyle küçük yaşta yurtdışına giderek kendisini büyükannesine bırakması gibi göndermelerle bu, Gürsel'in kişisel yaşamıdır da bir anlamda... 'Karaşın' sözcüğünü kullanmasından yola çıkarak Nedim Gürsel'in dil ile hesaplaşması da romanın bir üçüncü katmanı neden olmasın? Gürsel'in çocuk kahramanı önceleri 'Hacerü'l-Esved'in ne anlama geldiğini bilmiyordur. Sonradan Arapçada 'hacer'in taş, 'esved'in kara anlamına geldiğini öğrenir ve şöyle düşünür: "Şimdi büyü bozuldu. Yıllar sonra bozuldu büyü, ses anlam kazandıkça inancını yitirdin." (s: 32) Melih Cevdet Anday da 25 Aralık 1989'da
Güneşte kitabı üzerine yaptığım konuşmada şöyle diyecekti: "Düzyazı, vahşilikten uygarlığa geçildiğinde ortaya çıktı ve sözün büyüsünü yok etti."
Allah'ın Kızları bu anlamda 'söz'ün ve 'büyü'sünün bir destanı olarak da okunabilir. Kutsal Kitap da "Önce söz vardı," demez mi?
Yayın tarihi: 30 Ağustos 2008, Cumartesi
Web adresi: https://www.sabah.com.tr/2008/08/30/ct/durbas.html
Tüm hakları saklıdır.