-On bir yıl benim sevgilim oldu o kız, çok güzeldi," dedi babam, konunun en önemli iki unsurunu gururla tek cümlede toplayarak. -Bana, kendisine evlilik teklif eden bir mühendis olduğunu, ben kararımı vermezsem bir başkasıyla evleneceğini söyledi. -
Bazı erkekler kadınlara hep kötü davranır, sonra da zeytinyağı gibi üste çıkarlar. Sakın onlar gibi olma. Bu sözler de kulağına küpe olsun. Haziran başında, nişana dokuz gün kala, güneşli bir perşembe günü babamla Emirgan'daki Abdullah Efendi Lokantası'nda bir daha hiç unutmayacağımı daha o gün anladığım uzun bir öğle yemeği yedik. O günlerde keyifsizliği yüzünden annemi dertlendiren babam, "Nişandan önce seninle baş başa bir yemek yiyelim de, sana biraz nasihat edeyim" demişti. Çocukluğumdan beri babamın şoförlüğünü yapan Çetin Efendi'nin sürdüğü 56 Chevrolet arabada babamın bana hayat hakkında ettiği nasihatları (iş arkadaşlarımı, hayattaki arkadaşım sanmamalıydım, vs.) iyi niyetle ve nişana bir çeşit hazırlık töreni olarak dinlerken, aklımın bir yanı da, arabanın pencerelerinden akan Boğaz manzaralarına, akıntıyla yan yana sürüklenen eski Şehir Hatları gemilerinin güzelliğine ve öğle vakti bile yarı karanlık gözüken yalı korularının gölgelerine açıktı. Üstelik babam, çocukluğunda yaptığı gibi, tembelliğe, uçarılığa, hayalperestliğe karşı beni uyarıp görev ve sorumluluklarımı hatırlatmak yerine, şimdi arabanın açık pencerelerinden içeriye deniz ve çam kokusu gelirken, bana hayatın tadı çıkarılması gereken, Allah'ın lütfu, kısacık bir zaman parçası olduğunu hatırlatıyordu. Burada, on yıl önce, birdenbire tekstil ihracatıyla çok zenginleştiğimiz yıllarda, babamın, bir arkadaşının etkisiyle davet edip karşısında poz verdiği Akademi'de hoca olan heykeltraş Somtaş Yontunç'un (soyadını Atatürk vermişti) yaptığı alçı büstünü sergiliyorum. Babamı olduğundan daha Batılı göstermek için bıyığını ufaltan akademik heykeltraşımıza duyduğum öfkeyle, büste bu plastik bıyıkları ben ekledim. Küçükken dalgacılığım yüzünden beni azarlarken, babamın konuştukça titreyen bıyıklarını seyrederdim. Babamın bana hayatın güzelliklerini aşırı çalışkanlığımla kaçırma ihtimalimden söz etmesini, Satsat'ta ve diğer şirketlerde yaptığım yeniliklerden memnun olmasına yoruyordum. Babam, ağabeyimin de yıllardır göz diktiği bazı işlerle asıl benim ilgilenmem gerektiğini söyleyince, ben de ona artık bütün bu işlere hevesli olduğumu, ağabeyimin pek çok konuda çekingen ve muhafazakâr davranarak hepimizi pek çok zarara uğrattığını söyledim ve yalnız babamın değil, şoför Çetin'in de memnuniyetle gülümsediğini gördüm. Abdullah Efendi'nin lokantası, eskiden Beyoğlu'nda, ana cadde üzerinde Ağa Camisi'nin yanındaydı. Bir zamanlar Beyoğlu'na çıkan, sinemaya giden bütün ünlülerin ve zenginlerin öğle yemeği için gittiği lokanta, birkaç yıl önce müşterilerinin çoğunun birer araba edindiği günlerde, Emirgan sırtlarında uzaktan Boğaz'a bakan küçük bir çiftliğe taşınmıştı. Babam lokantaya girer girmez neşeli bir ifade takındı ve diğer lokantalardan ya da eski Abdullah'tan yıllardır tanıdığı garsonlarla tek tek selamlaştı. Büyük salonda oturan müşterileri arasında bir tanıdık var mı diye de baktı. Başgarson bizi masamıza götürürken, babam diğer masaların birine uğradı, bir diğerine uzaktan selam verdi ve üçüncü bir masada güzel kızıyla oturan ve benim ne kadar çabuk büyüdüğümü, ne kadar çok babama benzediğimi ve ne yakışıklı olduğumu söyleyen yaşlıca bir hanımefendiyle hafifçe kırıştırdı. Bütün çocukluğum boyunca bana "Küçük Bey" dedikten sonra, hiç belli etmeden "Kemal Bey'e" geçen başgarsondan, babam suböreği, lakerda gibi mezelerle ikimiz için de hemen rakı istedi. "Sen de istiyorsun değil mi?" diye sordu bana. "Sigara da iç, istiyorsan" diye ekledi. Sanki yanında sigara içmem konusu, ben Amerika'dan döndüğümde ikimizi de rahatlatarak çözülmemiş gibi. "Kemal Bey'e de küllük getirin" dedi garsonlardan birine. Lokantanın kendi serasında yetiştirilen küçük domatesleri eline alıp koklayarak rakısından hızlı hızlı içerken, aklında bir konu olduğunu ama nasıl açması gerektiğine karar veremediğini hissettim. Bir an ikimiz de pencereden dışarı baktık ve Çetin Efendi'yi, uzakta kapıda beklemekte olan diğer arabaların şoförleriyle sohbet ederken gördük. "Çetin'in de kıymetini bil" dedi babam vasiyet eder bir havayla. "Biliyorum." "Bilmiyorum biliyor musun... İkide bir anlattığı dini hikâyelere de gülme hiç. Çok doğru düzgün bir adamdır Çetin; efendidir, insandır. Yirmi yıldır öyle. Bir gün bana bir şey olursa, sakın onu uzaklaştırma. Sonradan görme zenginler gibi ikide bir araba değiştirme. Chevrolet de iyidir... Burası
Türkiye, devlet yeni yabancı araba getirmeyi yasaklayınca, bütün İstanbul, on yıl önce eski Amerikan arabası müzesine dönüştü, ama boş ver, bak en iyi tamirciler de bizde." "O arabanın içinde büyüdüm babacığım, sen hiç merak etme," dedim. "Aferin," dedi babam. Vasiyet eder bir havaya girdiği için şimdi asıl konuyu açabilirdi. "Sibel çok özel, çok hoş bir kız," dedi. Ama hayır, bu da asıl konu değildi. "Onun kolay bulunmayacak bir insan olduğunun farkındasın değil mi? Bir kadını, hele onun gibi nadir bir çiçeği hiçbir zaman kırmaman, her zaman el üstünde tutman lazım." Birden yüzüne tuhaf ve utangaç bir ifade geldi. Bir şeye sinirlenir gibi sabırsızlıkla konuştu: "O güzel kızı hatırlıyor musun?.. Hani bizi birlikte Beşiktaş'ta bir kere görmüştün... Onu görünce ilk ne düşündün?" "Hangi kızı?" Babam sinirlendi. "Canım, hani on yıl önce bir gün Beşiktaş'ta Barbaros Parkı'nda beni çok güzel genç bir kızla otururken görmüştün ya." "Hayır, hatırlamıyorum babacığım." "Nasıl hatırlamazsın oğlum. Göz göze geldik ya. Benim yanımda çok güzel bir kız vardı." "Sonra ne oldu?" "Sonra sen babanı utandırmamak için kibarca bakışlarını kaçırdın. Hatırladın mı?" "Hatırlamıyorum." "Hayır, bizi gördün!" Böyle bir rastlaşma hatırlamıyor, bunu da babama kanıtlamakta zorlanıyordum. Beni huzursuz eden uzun bir tartışmadan sonra, belki de benim onları görüp unutmak istediğimi ve bunu başardığımı düşündük. Belki de onlar telaşla benim onları gördüğümü sanmışlardı. Asıl konuya böyle girdik. "On bir yıl benim sevgilim oldu o kız, çok güzeldi," dedi babam, konunun en önemli iki unsurunu gururla tek cümlede toplayarak. Bana sözünü etmeyi uzun zamandır düşlediğini anladığım bu kadının güzelliğine benim kendi gözlerimle tanık olmamam ya da daha kötüsü, tanık olduğum güzelliği unutmuş olmam babamın keyfini biraz kaçırmıştı. Bir hamlede cebinden küçük, siyah-beyaz bir fotoğraf çıkardı. Karaköy'de bir Şehir Hatları vapurunun arka güvertesinde çekilmiş hüzünlü, esmer, çok genç bir kadının resmiydi bu. "Bu o," dedi. "Biz tanıştığımız yıl çekilmiş. Yazık ki çok kederli, güzelliği belli olmuyor. Şimdi hatırladın mı?" Sustum. Babamın babamın istediği kadar "eski" olsun, herhangi bir sevgilisinden bana söz etmesi de sinirime dokunuyordu. Ama bunun neresinin sinir bozucu olduğunu o anda bir türlü çıkaramıyordum. "Bana bak, bu anlatacaklarımı sakın ağabeyine söyleme," dedi babam fotoğrafı cebine sokarken. "O katıdır, anlamaz. Sen Amerika görmüşsün, seni huzursuz edecek bir şey de anlatmıyorum. Anlaşıldı mı? "Tabii babacığım." "Dinle o zaman," dedi babam ve rakısından küçük yudumlar alarak anlattı. O güzel kızı ilk olarak bundan "on yedi buçuk yıl önce 1958 Ocağı'nda, karlı bir gün" tanımıştı ve saf ve masum güzelliğinden çok etkilenmişti. Kız, babamın yeni kurduğu Satsat'ta çalışıyordu. Önce iş arkadaşlığı etmişler, ama aralarındaki yirmi yedi yıllık yaş farkına rağmen, ilişkileri daha "ciddi ve duygusal" bir şeye dönüşmüştü. Kız yakışıklı patronla (babamın o sırada kırk yedi yaşında olduğunu hemen hesapladım) ilişki kurduktan bir yıl sonra, babamın zorlamasıyla işi bırakmış, Satsat'tan ayrılmıştı. Gene babamın zorlamasıyla başka bir yerde iş aramamış ve babamın kendisine Beşiktaş'ta aldığı bir apartman dairesinde, "bir gün evleneceğiz" hayaliyle sessizce yaşamaya başlamıştı. "Çok iyi kalpli, çok şefkatli, çok zeki, çok özel bir insandı," dedi babam. "Başka kadınlara hiç benzemezdi. Benim birkaç kaçamağım olmuştur, ama onun gibi kimseye aşık olmadım. Onunla evlenmeyi de çok düşündüm, oğlum... Ama annen ne olacaktı, sizler ne olacaktınız..." Biraz sustuk. "Yanlış anlama evladım, siz mutlu olun diye ben kendimi feda ettim filan demiyorum. Aslında tabii ki, benden çok evlenmeyi isteyen oydu. Ben onu yıllarca oyaladım. Ondan ayrı bir hayat düşünemiyor, onu görmeyince çok acı çekiyordum. Bu acıları sana, kimseye anlatamadım. Sonra bir gün bana 'Tercihini yap!' dedi. Ya annenden ayrılıp onunla evlenecekmişim ya da beni terk edecekmiş. Kendine rakı al." "Sonra ne oldu?" Bir sessizlikten sonra, "Annenden, sizlerden ayrılmayınca beni terk etti," dedi babam. Bunu söylemek onu yormuş, ama rahatlatmıştı. Yüzüme bakıp konuya devam edebileceğini anlayınca, daha da rahatladı. "Çok, çok acı çekiyordum. Ağabeyin evlenmişti, sen Amerika'daydın. Ama tabii acımı annenden saklamaya çalışıyordum. Hırsız gibi bir köşede gizli gizli acı çekmek de bir başka acıydı. Tabii, annen öteki metresler gibi bunu da hissetmiş, ciddi bir şey olduğunu anlamış, sesini çıkarmıyordu. Evde annen, Bekri ve Fatma ile birlikte, bir otelde aile taklidi yapar gibi yaşıyorduk. Acımın hiç dinmek bilmediğini, böyle giderse delireceğimi görüyor, ama yapmam gereken şeyi bir türlü yapamıyordum. Aynı günlerde, o da (babam kadının adını benden saklıyordu) çok kederliydi; bana, kendisine evlilik teklif eden bir mühendis olduğunu, ben kararımı vermezsem bir başkasıyla evleneceğini söyledi. Ama ciddiye almadım... Hayatta ilk defa benimle birlikte olmuştu. Başkasını istemez, 'blöf yapıyor' diye düşündüm. Başka türlü düşünüp telaşa kapılınca da, bir şey yapamıyordum zaten. Bu yüzden bu konuyu artık hiç düşünmemeye çalışıyordum. Hep birlikte bir yaz, İzmir'e, Fuar'a gittik ya, arabayı Çetin kullanmıştı... Dönüşte, bir başkasıyla evlendiğini işittim, inanamadım. Beni etkilemek, bana acı vermek için bu haberi çıkardığını düşündüm. Bütün buluşma, konuşma tekliflerimi reddediyor, telefonlara çıkmıyordu. Benim ona aldığım evi de sattı, hiç bilmediğim bir yere taşındı. Gerçekten evlendi mi, kocası mühendis kim, çocukları oldu mu, ne yapıyor, dört yıl bunları kimseye soramadım. Öğrenirsem acımın artmasından korkuyordum, ama hiçbir şey öğrenememek de korkunçtu. Onun İstanbul'da bir yerde yaşadığını, gazeteleri açıp benim okuduğum haberleri okuyup benim seyrettiğim
televizyon programını seyrettiğini hayal edip onu hiç görememek beni çok üzüyordu. Bütün hayatın nafile olduğu duygusu üzerime geliyordu. Sakın yanlış anlama oğlum, elbette sizlerle, fabrikalarla, annenle gurur duyuyorum. Ama bu başka bir acıydı." Dil'i geçmiş zamanla anlattığı için hikâyenin bir şekilde sonuçlandığını, babamın da rahatlamış olduğunu hissediyordum, ama nedense hoşuma gitmiyordu bu. "En sonunda bir öğleüstü gene meraka kapıldım ve annesine telefon ettim. Annesi benim kim olduğumu elbette biliyordu, ama sesimi tanımıyordu. Onun liseden bir sınıf arkadaşının kocası olduğum yalanını attım. 'Hasta karım onu hastaneye çağırıyor,' diye kızını telefona isteyecektim. Annesi 'Kızım öldü,' deyip ağlamaya başladı. Kanserden ölmüş! Ağlamayayım diye ben de hemen telefonu kapadım. Hiç beklemiyordum bunu, ama hemen anladım doğru olduğunu. Bir mühendisle filan da evlenmemiş... Hayat ne korkunç, her şey ne kadar boş!" Babamın gözlerinden akan yaşları görünce, bir an çok çaresiz hissettim kendimi. Onu hem anlıyor hem de ona öfke duyuyordum ve bana anlattığı hikayeyi düşünmeye çalıştıkça, tıpkı eski antropologların anlattığı "tabuları düşünemeyen ilkeller" gibi kafam karışıyor, acı çekiyordum. "Neyse," dedi babam, kısa bir sessizlikten sonra toparlandı. "Seni bugün acılarımı anlatıp üzmek için çağırmadım oğlum. Nişanlanıp evlenmek üzeresin, bu acı hikayeyi bilmeni, babanı da daha iyi tanımanı istedim elbette, ama başka bir şeyi de anlatmak istedim. Anladın mı?" "Nedir o?" "Şimdi çok pişmanım," dedi babam. "Ona yeterince iltifat etmediğim, ne kadar tatlı, ne kadar hoş ve değerli biri olduğunu binlerce kere söylemediğim için çok pişmanım. Altın kalpli, alçakgönüllü, zeki ve çok da güzel bir kızdı... Bizdeki güzel kadınların hepsinde gördüğüm, güzelliğini sanki kendi yaptığı bir şeymiş gibi mağrurca ileri sürmek de hiç yoktu onda, şımartılma, sürekli övülme isteği de... Bugün onu kaybettiğim için olduğu kadar, ona hak ettiği kadar iyi davranamadığım için de, bak yıllar sonra hala acı çekiyorum. Oğlum, bir kadına, zamanında, iş işten geçmeden iyi davranmayı bilmek lazım." Son sözlerini bir merasim havasıyla söylerken, babam cebinden, kadife kaplı eskimiş bir mücevher kutusunu çıkardı. "Bunu hep birlikte, arabayla İzmir Fuarı'na gittiğimiz günlerde, dönüşte bana kızmasın, beni affetsin diye ona almıştım, ama vermek kısmet olmadı." Babam kutuyu açtı. "Küpe ona çok yakışırdı. Bu inci küpeler çok kıymetlidir. Yıllarca gizli bir köşede sakladım. Benden sonra annenin sakladığım yerde bulmasını da istemem. Al şunları. Ben çok düşündüm, bu küpeler Sibel'e çok yakışır." "Babacığım, Sibel benim gizli sevgilim değil, karım olacak," dedim, ama bana uzattığı kutunun içine de baktım. "Bırak bu lafları," dedi babam. "Sibel'e küpelerin hikayesini söylemezsin, olur biter. Taktığını gördükçe de beni hatırlarsın. Bugün sana verdiğim öğütleri unutmazsın. O güzel kıza çok iyi davranırsın... Bazı erkekler kadınlara hep kötü davranır, sonra da zeytinyağı gibi üste çıkarlar. Sakın onlar gibi olma. Bu sözler de kulağına küpe olsun." Kutuyu kapattı ve Osmanlı paşalarından kalma bir hareketle avucumun içine koyup, elimin içine bahşiş verir gibi sıkıştırdı. Sonra "Oğlum, bize biraz daha rakı ve buz getir bakalım," dedi garsona. Bana döndü. "Ne kadar güzel bir gün değil mi? Ne kadar da güzel bir bahçe burası. Bahar ve ıhlamur kokuyor." Ondan sonraki bir saati, babama iptal edemeyeceğim bir randevum olduğunu ve babamın da Satsat'a telefon edip büyük patron olarak benim randevumu iptal etmesinin çok yanlış olacağını anlatmakla geçirdim. "Demek Amerika'da bunları öğrendin," diyordu. "Aferin." Bir yandan babamın ricasını kıramayıp bir kadeh daha içiyor, diğer yandan da saatime bakıyor ve Füsun ile randevuma geç kalmak -hele o gün- istemiyordum. "Dur oğlum, biraz daha oturalım, bak ne güzel baba-oğul samimiyetle konuşuyoruz. Şimdi evlenip gideceksin, bizi unutacaksın" dedi babam. "Babacığım," dedim, "çektiklerini de anlıyorum, bana verdiğin çok değerli öğütleri de hiç unutmayacağım," dedim kalkarken. Yaşı ilerledikçe, aşırı duygusal anlarında, babamın dudaklarının kenarında titremeler beliriyordu. Uzanıp elimi tuttu ve bütün gücüyle sıktı. Ben de onun elini aynı kuvvetle sıkınca, sanki yanaklarının altına gizlenmiş bir süngeri sıkmışım gibi, bir anda gözlerinden yaşlar fışkırdı. Ama hemen sonra da toparlandı babam, bağırarak hesabı istedi ve dönüş yolunda Çetin'in hiç sarsmadan dikkatle sürdüğü arabada uyuyakaldı. Merhamet Apartmanı'nda çok fazla bir kararsızlık geçirmedim. Füsun geldikten, onunla uzun uzun öpüştükten, babamla öğle yemeği yediğim için ağzımın içki koktuğunu anlattıktan sonra, cebimden kadife kutuyu çıkardım. "Aç bak." Füsun dikkatle kutuyu açtı. "Bu benim küpem değil," dedi. "İnci bu, pahalı bir şey." "Beğendin mi?" "Benim küpe nerede?" "Senin küpe önce sırra kadem bastı, sonra bir sabah bir baktım, başucuma gelmiş, bir de yanında öteki tekini getirmiş. Onları bu kadife kutuya koydum, asıl sahibine getirdim." "Ben çocuk değilim," dedi Füsun. "Bu benim küpem değil. " "Ruh olarak, bence senin küpen canım." "Ben kendi küpemi istiyorum." "Sana bir hediye bu..." dedim. "Bunu takamam bile... Herkes nereden geldiğini sorar... "Takma o zaman. Ama hediyemi geri çevirme." "Ama bu benim küpemin yerine verdiğin bir şey... Öteki küpemi kaybetmeseydin, bunu getirmezdin. Gerçekten kaybettin mi, ne yaptın, onu da çok merak ediyorum." "Bir gün evde bir dolaptan çıkacak mutlaka." "Bir gün..." dedi Füsun. "Bunu ne kadar rahat söyleyebiliyorsun... Ne sorumsuzsun. Ne zaman? Ne kadar bekleyeceğim?" "Çok değil," dedim anı kurtarma telaşıyla. "O gün bu bisikleti de alacağım ve akşam anneni babanı ziyarete geleceğim." "Bekliyorum," dedi Füsun. Sonra öpüştük. "Ağzın çok fena içki kokuyor." Ama onu öpmeye devam ettim ve sevişmeye başlayınca bütün bu dertler unutuldu gitti. Babamın sevgilisine aldığı küpeleri orada bıraktım.
YARIN: Merhamet Apartmanı