Benim babaannem 100 yıllık ömrünü, doğduğu o küçük kasabada noktaladı. Ne bir başka şehir ne de başka bir diyar... Ülkesini hep başkalarından dinledi, ama göremedi. Sadece hayal dünyasında kendisine bir dünya kurdu. O hiçbir yeri göremeden 100 yıl yaşayan babaannem, ağabeyim Ziya'yı doğduğu gün, "Uzak diyarlara gitmesin," diyerek gözlerini bağlamış. Büyüklerinden öyle öğrenmiş, çünkü doğduğu gün gözleri bağlanan çocuklar, doğdukları yerden ayrılmazlarmış. Benim babaannemin korkusu elbette turistik seyahat değildi. O dönemde giden dönmüyordu. Gurbet ellerine gidenler geride bir dolu özlem çeken insan bırakıyorlardı. Şimdi söyleyeceklerime gülmeyin. Başka ülkelere ve uzak diyarlara gitmesin diye tam altı ay gözleri bağlı büyüyen o çocuk, yani benim ağabeyim dünyayı hem karadan hem de denizden dolaşan biri... Yani o bir gezgin. Ama şöyle bir durum da var: Ağabeyim, nereye giderse gitsin, doğduğu kente mutlaka geri dönüyor! Demek ki, gözleri bağlamak bir çözüm getirmiş. Hayatımda ilk seyahatimi, evimizi taşıyan kamyonun arkasında yaptım. Çok hoştu... Sanki açık hava sineması gibi. Her şey yanınızdan uçup gidiyor. Gece üşüyünce dört kardeş birbirimize sarıldık uyuyup kaldık. O sisler bulvarından aralanan o çocukluk anılarımda, hep o uzun burunlu otobüsleri hatırlarım. Pencereleri sürgü gibi açılan... Oturulacak yerleri tahtadan olan... İşte o uzun burunlu otobüsler, her köprüye gelişte dururdu. Şoför yolcuları indirirdi. Tahta köprülerden yürüyerek geçilirdi. İçi boş otobüsler ise o gıcırdayan tahta köprüler üzerinden karşı kıyıya geçerlerdi. Yolcular biraz önce indikleri otobüse tekrar doluşur ve sonra da o tozlu ve taşlı yollardan, hoplaya zıplaya giderlerdi. Peki, ya posta trenleri... Hani her köyde duran... Sonra da arkasında kara bulutlar bırakarak giden trenlerde eğer bir pencere açık kalmışsa, her tünel çıkışında tüm yolcular simsiyah olurlardı. Seyahat etmek, yeni yerler görmek, yeni insanlarla tanışmak beni hep büyüler. Sadece benim yaşadıklarım değil ki. Başkalarının yaşadıkları da beni büyüler. Ömrünü savaş alanlarında geçiren dedem Abdullah Efendi, dostlarıyla sohbet ederken hep gördüğü yerleri ve insanları anlatırdı. Esir kampında İngilizlerden öğrendiği, 'tütün çiğneme ve uzağa tükürme' alışkanlığını bile öyle güzel anlatırdı ki. Sanki savaş alanlarında ve esir kampında geçirdiği günler tatil günleriydi. İnanır mısınız bilmem. Dedem yıllar sonra savaşta yaralanıp, esir düştüğü (Kanal cephesi savaşı) Mısır ve Arabistan'a tekrar gitti. Dönüşünde öyle şaşırdı ki... "Hiçbir şey eskisi gibi değil," dedi. Efendim! Bütün Avrupa'da şöyle bir gelenek başladı: Ülkemizi tanıyalım! Her Avrupalı kendi ülkesini tanımak için geziye çıkıyor. Peki, biz Türkler ne zaman kendi ülkemizi tanımaya başlayacağız? Tanıdıkça çok seveceğimiz ve âşık olacağımız ülkemizin nerelerini gezeceğiz? Bu sorunun cevabını istiyorsanız size tavsiyem şudur; ellerinde rehber kitabıyla İstanbul'u gezen (Özellikle Eminönü ve Cağaloğlu) turistlere bir sorun. Onlar bizim ülkemizi, bizden daha çok bize anlatacaklar. Şimdi bakın hangi noktadayız: Denizleri kirlettik, çevreye inanılmaz zarar verdik. Tarihi ise yok ettik. Şimdi de soruyoruz: Bu turistler nerede? Neden gelmiyorlar? Şu güzelim pazar günü biraz canınızı sıkmak istiyorum; Bodrum'da bir gece yarısı... Gençler sokaklarda... Ellerinde içki şişeleri... Hepsi sanki çılgın gibi... Neymiş efendim, tatilin tadı çıkarılıyormuş. Gençlik güzel şey de tatilin tadını çıkarmanın da daha değişik yolları vardır. Acemi aşk yazarı olarak tavsiyem şudur: Çılgınlık yapmak istiyorsak, ülkemizi tanıyalım. Ülkemiz öyle güzel ki... Hele tarihle yüzleşmek ve geçmişi yaşamak harika bir duygu. Sevdiğinizle antik kentlere gidin. Bin yıllık şehirlerde bir gün yaşayın. Öyle güzel şeyler hissedersiniz ki! Belki de yeniden âşık olursunuz. Kim bilir kime...
Yayın tarihi: 27 Temmuz 2008, Pazar
Web adresi: https://www.sabah.com.tr/2008/07/27/pz/haber,B89CA0677B544CD589249CA631E2BFE2.html
Tüm hakları saklıdır.