Türkiye insanı yoruyor. Ömrümüz bize yüklenen korkular ve bu korkuların kaynağını kurutacağını iddia ederek yaşamımızın her anına müdahale hakkını kendinde bulan odaklarla mücadele içinde geçti.
Şeriat ve bölücülük tehdidi iddiaları, bu ülkede hak ve hukuku askıya almanın en geçerli yolu oldu. Elbette bir de komünizm vardı ama onun kökü kurutuldu. Bunda ülkenin yöneticilerinin payı nedir tam bilemeyiz, ama dünya konjonktürünün önemli payı olduğunun farkındayız.
Türkiye, kimi Batıcılar ne kadar rahatsız olursa olsun, Ortadoğu'nun bir parçası.
Aynı Batıcıların bugün Avrupa Birliği'nin en büyük muhalifi olması da kaderin bir cilvesi herhalde.
Oysa AB'ye tavır aldıkça Ortadoğu'ya daha fazla yanaşıyorlar.
Ortadoğu siyasetinin en önemli özelliği askerin iktidarda olmadan ülkeyi yönetebilmesidir. Bu ülkelerde demokratik görünüm ve otoriter kurumlar, gücü gerçekten kullananları yani orduyu koruyarak statükoya yönelik endişeleri etkisiz hale getirmeye yarar.
AK Parti'nin kapatılması davası sürecinde yaşadığımız, tanıklık ettiğimiz olaylar bunun en açık göstergesidir aslında.
Demokratik, sivil bir toplumun en büyük destekçisi olması beklenen kesimler, siyasete otoriter kurumların müdahalesini desteklerken aslında demokrasinin temelini oyuyor. Türkiye şu anda demokratik ülkelerde mevcut birçok kuruma sahip.
Bu kurumların hepsi 1960 darbesinden itibaren darbeciler tarafından özenle tasarlanmıştır.
Açıkça söylemek gerekirse, bu kurumların tamamı etkin olmaları için değil, "daha çok iktidarı, prestiji, imtiyazları ve hatta toplumun aleyhine de olsa hakim elitin ve müttefiklerinin avantajlarını korumak için" tasarlanmıştır.
Bu tip koşullar altında yaşayan ülkelerde yerel krizlerin demokrasiye geçmeyi hareketlendirmesi beklenemez. Çünkü ülkenin tüm mevcut kurumları bunun önünü kesmek üzere dizayn edilmiştir. O zaman Ortadoğu'da demokratik değişimi hızlandırmanın tek etkin yolu olarak dış müdahale görünmektedir.
Bush'un Irak'a müdahalesi bunun bir denemesidir.
Maliyeti yüksek, bedeli ağırdır ama gerek Kürtler, gerek Şiiler açısından özgürleştirici sonuçları olduğu inkar edilemez.
Türkiye benzer bir müdahaleyi Avrupa Birliği aracılığıyla yaşamaktadır.
Avrupa Birliği hedefi Türkiye için değişimi sağlayıcı bir ortam yaratma konusunda kritik bir rol oynamıştır, hala oynamaya devam etmektedir.
AK Parti'nin kendi kuşkularına rağmen AB hedefi, onun için de hem Türkiye'yi daha demokratik bir ülke olma yolunda değiştirmenin, hem de kendisini (Belki de çok farkında olmadan) değiştirmenin önemli bir aracı olmuştur.
Dış aktörün Irak modelinde olduğu gibi cezalandırıcı değil, teşvik edici bir rol oynamasına tanıklık ettiğimiz bir örnektir Türkiye.
Ama bu değişim, ülkede gerçek iktidarı elinde tutanlar için tehdit edici olmuştur.İktidarın gerçek sahipleri bunu tek başına ellerinde tutmuyor elbette. İş dünyasından medyaya, yargıdan üniversiteye uzanan geniş bir işbirliği ağı var ve
AB süreci bu iktidarı ve onun ortaklarını tehdit ediyor.
Bugün Türkiye'de yaşanan tartışmaların özü, temeli budur. Yok adalet reformunu önce Rehn'e verdin, yok savcıyı sert eleştirdin, sözleri fasa fisodur.
İşin özü, otoriter bir toplumdan demokratik bir topluma geçişin sancılarını yaşamamızdır. AB bu değişimin katalizörü olarak şimşekleri üzerine çekmekte ve sonuç itibariyle de bizler AB ile bürokrasi arasında bir mücadeleye tanıklık etmek zorunda kalıyoruz.
* Bu yazıyı kaleme alırken Steven Cook'un "Ruling but not governing" isimli kitabından yararlandım.
Yayın tarihi: 23 Mayıs 2008, Cuma
Web adresi: https://www.sabah.com.tr/2008/05/23//haber,AFAF9AF51CF74645B6A3C5B7D391C89D.html
Tüm hakları saklıdır.
Copyright © 2003-2008, TURKUVAZ GAZETE DERGİ BASIM A.Ş.