Yazarımız Esin Küçüktepepınar Alexander Sokurov’la birlikte
Mühim olan her daim insanlık!
Ünlü rock şarkıcısı Nick Cave, 'Anne ve Oğul'u izledikten sonra "Bütün film boyunca sürekli ağladım, ağladım" deyince yönetmeni Aleksander Sokurov'un adı Batı aleminin popüler medyasında da başlıklarına taşınmıştı. Çağdaş Rus sinemasının en önemli sinemacılarından 56 yaşındaki Sokurov'un 27. Uluslararası İstanbul Film Festivali'nin konuğu olarak 'Sinema Onur Ödülü'nü almaya geleceğini duyduğumuz anda biz de müthiş heyecanlandık tabii ki... Çok seyahat etmeyen, gideceği yerleri titizlikle seçen ustamız, geçen yıl gediklisi olduğu Cannes'a bile gelmeyerek, dünya medyasını dolayısıyla biz 'müridlerini' umutsuzca bekletmişti. Bu yıl dört dörtlük bir programla, dünya sinemasının yeni yeteneklerini, ödüllü filmlerini, klasikleri ve özellikle '68 ve Mirası' başlıklı özel bölümüyle bir dönemin ruhunu canlandıran ve yeni kuşağı bilgilendiren festivalin konukları da doğrusu müthişti.
Hale Soygazi nerede?
Claudia Cardinale misali bir popüler figürle açıldıktan sonra sinefillerin starı Marc Caro gibi hayalgücü ve yaratıcılığının doruğundaki benzersiz bir ismin konuk edildi, 'Scorsese'nin sinemasını yeniden yaratan' görüntü yönetmeni Michael Ballhaus Altın Lale jüri başkanı olarak ağırlandı. Yani Türkiye'nin uluslararası çapta en önemli sanat etkinliği olarak festival kendini bir kez daha ispat etti. Uluslararası bir festival işte böyle olur! Dünyanın genç sinemacısı da salonda seyirciyle buluştu, yerli filmlerimiz yabancı film eleştirmenleriyle tanıştı, çoğu da film festivallerine davet aldı, yukarıda adı geçen ustalar sinema dersleriyle bizleri 'aydınlattı'. Doğrusu Ballhaus'un Akbank Sanat'taki gecesinde tıka basa dolduran kalabalık arasında sinemamızdan sadece Hale Soygazi'yi görmek üzücüydü. Belki gözümden kaçmıştır ama gayet keyifli bir üslupla 'Köstebek', 'Sıkı Dostlar' ve 'Drakula' gibi filmlerinden seçtiği görüntülerle sinemanın alfabesini anlatan Ballhaus'u ayağımıza kadar getiren böyle bir etkinlikte sektörümüzden başka da kimse yoktu.
Dersi kalabalıktı
Sokurov'un sinema dersi de kalabalıktı. Gerçek bir entellektüelin tepeden bakmayan, samimi edasıyla kendini bilgece anlatırken önemli olan insanın kendisi olduğunun altını çizdi. Zaten Sokurov, ister Hitler gibi tarihi figürler, ister son filmi 'Aleksandra' misali savaş karşıtı yapıtlarında olsun olay örgüsüne değil, insana ait değerler üzerine kafa yoran bir usta... Ölüm ise çaresi olmayan bir veda... Sanat da bu vedayla bizi yüzleştirerek acılarımıza bir nebze teselli olabilen bir yakınlaşma vesilesi... Nitekim ağlamak, seyirci açısından bir filmin hissiyatını belirleyen en önemli referanslardan birisi. Lakin 'Anne ve Oğul'daki gözyaşı damlaları aslında ilahi açmazlarımızın sadece görünürdeki yansıması aslında... Son vedayı tek başına yapmak zorundasınızdır. Ölmekte olan annesinin son anlarında ona şevkatle bakan genç adamın ilahi yalnızlığı bir yana, annenin ardında bırakacağı oğlunun da kendisi gibi aynı sonla başbaşa, üstelik annesiz ve yalnız başına kalacağındaki varoluş hüznü filmin barındırdığı binbir hissiyattan birkaçı...
Burası onu büyüledi
Çağdaş Rus sinemasının en önemli sinemacılarından 56 yaşındaki Aleksandr Sokurov önceleri sinemayla değil, radyo ile ilgiliymiş. Resim ve müzikle de çok ilgili, binbir manayı sığdırdığı geniş kadrajlarını oluştururken Rembradt ve El Greco gibi ressamlardan esinleniyormuş. 'İnanılmaz şaşırtıcı bir güzellikte' dediği İstanbul'a hayran kaldığını da sıkça belirtmeden geçmedi elbet. Peki İstanbul'u kim resmebilirdi? "El Greco" dedi hemen. Girit doğumlu, İspanyol Rönesans dönemi ressamının dramatik ve dışavurumcu üslubu İstanbul'u anlatmak için pek uygun düşüyor elbet.
Yayın tarihi: 23 Nisan 2008, Çarşamba
Web adresi: https://www.sabah.com.tr/2008/04/23/gny/haber,1DD86A059EAB438A8CA169A6B07EC5C8.html
Tüm hakları saklıdır.