kapat
Üye OlÜye Girişi
Bugünkü SABAH Gazetesi
  |  Benim şehrim | 24 Aralık 2007, Pazartesi
Son Dakika
ARAYIN
Google
Google Arama
atv
Kanal 1
ABC
HASAN BÜLENT KAHRAMAN

Altın üçgende laiklik

Cuma ve cumartesi günü yazdığım yazılara olağanın çok ötesinde bir büyük tepki aldığım için o konulara devam etmek şart oldu. Yazıların ortak noktasını Türkiye'de siyasal diye görüp değerlendirdiğimiz dönüşümün aslında bir kültürel dönüşüm olduğu, Türkiye'de elitlerin konumu ve nihayet aydınların değişen rolü meydana getiriyordu.
Bu görüşlerime katılmayanlar olsa da büyük bir çoğunluk katılıyor. Bana daha da ilginç geleni kendisini muhafazakar diye tanımlayanların verdiği destek. İki tarafın ortak talebini ise bu meselelerin tartışılması meydana getiriyor.

Nedir bu laiklik sorunu
Bu ihtiyacın kaynağında da son zamanlarda yeniden alevlenen ve hiç bitmeyecekmiş gibi duran laiklik ve ona dönük endişeler yer alıyor. Burada hemen şunu belirteyim ki, laiklik öyle sanıldığı gibi sadece şehirli-iyi eğitimli-yüksek gelirli kesimlerin problemi değil. Onlar nasıl bu kavramı özel bir kavrayışla ele alıyorsa aynı şekilde muhafazakar dediğimiz kesim de onu kendisine ait bir yaklaşımla irdeliyor.
Bu ise benim önceki yazılarımda öne sürdüğüm çok önemli bir şeyi: siyaset diye tartıştığımız meseleler aslında gelip kültürel bir noktada tebellür etmiş durumda . Bu niçin böyle ve neden laiklik Türkiye'de yeni bir yarılma hattı meydana getirdi? Bugünkü yazıda bu sorunu ele alayım ve laiklik görüntüsü altında ortaya çıkan toplumsal çatışmaya farklı bir perspektif getirmeye çalışayım.

Modernleşmeden sanayileşme
Türkiye'deki modernleşme bugün sadece kültürel normlar ve kavramlar üstünden ele alınıyor. Bu salt bugünün özelliği değil, Tanzimat'tan beri böyledir. Tanzimat, Türk modernleşmesini kültürelhukuksal bir dönüşüm olarak gördü. Cumhuriyet buna bir sanayileşmealtyapısal dönüşüm boyutu eklemek istediyse de söz konusu süreci tamamlayan 1950 sonrasındaki hamle oldu.
Şimdi geriye bakınca şu gerçek ortaya büsbütün çıkıyor. Söz konusu iki modernleşme hattı birbirinden bütün bütüne kopuk bir biçimde gelişmiş. Ne Cumhuriyet modernleşmesi toplumsal dönüşümün bir köylülükten kurtulma ve çok kuvvetli bir sanayi hamlesi olduğunu kavramış ne de 1950 sonrası modernleşme kaygısı o dönüşümün aynı zamanda kültürel bazı kodalara da sahip olması gerektiğini.
Oysa yapılması gereken bunun dışında bir senteze gitmekti. Bu sentez 1960'lardan itibaren gerçekleştirilebilirdi. Çünkü, sanayileşmeyle birlikte planlı bir büyümekalkınma modernleşmenin getireceği geçişlerin tedrici ve ussal olmasına olanak yaratabilirdi. Yapılmadı. Bizde, 1960 sonrasında bir yandan ciddi bir sanayileşme talebi ortaya koyuldu bir yandan da söz konusu gelişmenin sanayileşme öncesi, feodal kodlarla sürdürülmesini istedi. Popülist siyasetin köylülüğe ve taşraya verdiği taviz böyle bir sonuç üretti. Bir anlamda sanayileşmiş ama değişmemiş bir toplumsal modelden söz ediyorduk.
Bu belki daha önceki dönemlerin radikal kopuş teorisine karşı bir panzehirdi ama kendi içinde ciddi sorunlar barındırdığı açıktı.

Sanayileşmeden modernleşme
Bugün bence bunun tam tersi bir noktadayız . 1980'lerden sonra Türkiye sanayileşmeyi bıraktı. Toplumsal dönüşümün sadece kültürel kodlar üstünden yapılmasını istiyor. Doğrudur yanlıştır o ayrı mesele bugün 1960'ın tersini yaşıyoruz: modernleşmenin bütün kültürel kodlarına sahip fakat sanayileşmemiş bir toplum. O zaman da ortaya merkezde çok sert bir biçimde kesişen kültürel zıtlıklar çıkıyor. Laiklik bir sembol kavram olarak bu çarpışmanın ifade aracı. Bu gerilimi aşmanın yoluysa toplumsal dönüşümü sanayileşme-kentleşme/modernleşme-demokrasiyi bir altın üçgen olarak ele alıp her şeyi o bünyenin içinde çözmeye çalışmak.
Hiçbir kavramı diğerine harcamadan ve ötekine öncelemeden gitmenin başka bir yolu var mı?