Pazartesi günü
Fazıl Say'a gösterilen tepkiyi irdelediğim yazımı çok önemli bulduğum bir saptamayla kapamıştım.
Elimizdeki son araştırmaya göre toplumun % 46'sı laikliği tehlikede gördüğünü açıklıyor . Ben de hiçbir hükümetin böyle bir kaygıyla bir arada yaşamasına ve onu taşımasına olanak yoktur görüşünü savunuyorum. Şimdi bu savımı bambaşka bir açıdan ele alacağım.
1970'lerin öfkesi 1960'lardan başlayarak Türkiye'de sol bir dönüşüm ve gelişme yaşandı. Dünyadaki oluşumlara koşut bir biçimde sol hareketler kitleselleşti. Özellikle öğrenciler ve işçiler sola kaymıştı. Bir süre sonra kırsal alanın geleneksel olarak sağ partileri destekleyen kesimlerinde de benzeri kıpırdanmalar ortaya çıktı. Toplum ortadan bölünmüş gibi sağ ve sol kutuplara ayrıldı.
Böyle bir dönemde demokratik bir anlayışla hareket eden herhangi bir hükümet veya siyaset ortaya çıkmış olan siyasal gelişmenin önünü açar. Bir toplumda siyaset yapan kesimlerin maksadı toplumla siyasetin arasındaki bağı koparmak ve kendi savunduğu görüşün 'doğru' olduğunu öne sürerek diğer siyasetleri topluma yasaklamak değildir. Olamaz da.
Türkiye'de dönemin merkez sağ partileri bunu anlayamadı. Böyle bir kültürden gelmedikleri ve dünyada esen Soğuk Savaş'tan da beslendikleri için sol siyaseti, hem de toplumun tam yarısı tarafından benimsenmiş olduğu bir dönemde,
bölücülük, hainlik, kökü dışarıda olmak gibi aşağılayıcı, küçültücü ve elbette popülist kavramlarla damgaladılar. Solu siyasal alandan silip atmaya çalıştılar.
Siyasetten şiddete Söz konusu gerilim sadece söylemde kalmadı; kalamazdı da. Kısa bir süre sonra kanlı, silahlı çatışmalara dönüştü. Sol kendisini yanlış bir biçimde de olsa müdaafa etmek için yeraltına çekildi ve silaha sarıldı. 12 Eylül'e giden yol açıldı. Ortaya çıkan şiddet iç savaşa dönüştü, 5000 kişinin ölümüyle ve bir askeri darbeyle sona erdi. (Ayrıca sağ da özellikle silahlandırıldı ve ölüm makinelerine dönüştürüldü.)
Oysa eğer siyasetin önü açılsaydı ve eğer sağ siyasetler o dönemde sol siyasetlere anlayış gösterseydi, daha demokratik bir tutum içine girseydi meşrulaşmış sol yeraltına kaymayacak, silaha bulaşmayacak, kanlı çatışmaların içine girmek zorunda kalmayacaktı. Toplum iç savaşa sürüklenmeyecekti.
Çünkü hiçbir iktidar toplumun yarısının yaşadığı gerçekliği görmezden gelme hakkına sahip değildir. Tersine onunla ilgili dönüşümleri gerçekleştirmek zorundadır. Benzeyenler ve benzemeyenler Bugün tıpa tıp benzer bir dönemden geçtiğimiz söylenemez.
Ama toplumda yükselmiş bir endişeyi iktidarın yok sayması toplumsal bir şiddeti ve bölünmeyi şu ya da bu biçimde getirir. Hükümet sahip olduğu politik (ideolojik değil) desteğe dayanarak toplumun yarısını tutmuş bir endişeyi yok etmenin yolunu bulmalıdır. Bu iktidar olmanın bir zorunluluğudur. Üstelik, köprülerin altından aradan geçen zamanda çok sular akmış, Türkiye 1980'lerde üretmeye başladığı bazı krizlerine önemli çözümler getirmiştir.
Laiklik, meşruiyet, devlet ve nihayet kimlik krizi 2007 seçimleriyle birlikte önemli bir ergime/aşılma noktasına erişmiştir .
Şimdi bu açılımın ardından muhaliflere bu derecede sert bir politikanın izlenmesi (hatırlayalım daha önce de Bekir Coşkun için benzeri bir tavır sergilendi) ve muhalefetin, muhalif olanın kahredilmesine dönük bir tepkinin gösterilmesi yanlış olduğu kadar da gereksizdir. Fazıl Say'ın gitmesini istemek değil kalmasını sağlamaktır iktidar olmak!
Yayın tarihi: 19 Aralık 2007, Çarşamba
Web adresi: https://www.sabah.com.tr/2007/12/19//haber,5E3479EEA07345C4AEE1A4C8C990AF7F.html
Tüm hakları saklıdır.
Copyright © 2003-2007, MERKEZ GAZETE DERGİ BASIM YAYINCILIK SANAYİ VE TİCARET A.Ş.