Ingmar Bergman 40 yıllık sinema hayatına 62 film sığdırdı.
Sinemanın dev ağacından iki yaprak düştü
Biri soğuk kuzeyden, diğeri sıcak Akdeniz'den gelen iki ünlü yönetmen Ingmar Bergman ve Michelangelo Antonioni aynı gün öldü..
Sinema dergisi ağustos sayısı için 'Yaşayan En Büyük 10 Yönetmen'i seçmek amacıyla bir soruşturma yaptı. Benim de katıldığım 17 sinema yazarının seçimine göre, bende ilk iki sırada olan Ingmar Bergman ve Michelangelo Antonioni, ikinci ve üçüncü seçildi (Birincilik, Martin Scorsese'ye kısmet oldu). Ve daha dergi piyasaya çıkmadan, 30 Temmuz 2007 günü, Bergman ve Antonioni hayata veda etti. Antonioni'ninki geç duyruldu, yoksa ölüm günleri aynıydı. İlginç değil mi? Biri soğuk kuzeyden, öbürü sıcak Akdeniz'den gelen bu iki yönetmen, tüm farklılıklarına karşın aynı noktalarda birleşti. İkisi de klasik Hollywood dışında bir sinema yaptı, ikisi de kameralarını insan ruhuna ve onun en gizli yanlarına yöneltti; ikisi de kadınerkek ilişkilerini öykülerinin temeline oturttu. İkisi de benim 'ruhun sinemacıları' diye adlandırdığım kategoriye girer. 1918 doğumlu Bergman, çok daha çalışkandı: 40 yılda 62 film... Bir rahibin oğluydu. Yazıyla ilgilendi, bir kukla tiyatrosu yönetti. Yazar olarak geçtiği sinemada, 1946'dan itibaren film yönetti. İlk dönemde hepsi siyah-beyaz olan filmlerinde, insanoğlunun yalnızlığı, cinsellikte teselli araması, Tanrı ve inançla ilişkileri, hayatına bir yön ve anlam arayışını işledi. Ama tüm filmlerinin böylesine ciddi temalar içeren ağır filmler olduğu düşünülmesin. Onun erotik filmleri, komedileri veya tiyatro sanatının gizleri üzerine hafif ve zarif taşlamaları da vardır. Yıllar önce (1960'ların başında) Paris'te onu ilk kez keşfettiğimde, Monika ile Yaz veya Pınar'daki taze erotizme, Gezgincilerin Gecesi'ndeki panayır tiyatroları övgüsüne, Bir Yaz Gecesi Tebessümleri'ndeki Shakespeare tarzı atmosfere, Yedinci Mühür'deki yoğun inanç arayışına veya Yaban Çilekleri'ndeki ölüm duygusuna nasıl hayran olduğumu hatırlıyorum. Her filminde sırtım buz keserdi, "Böyle bir yönetmen nasıl olabilir?" diyerek... Filmlerinde felsefe vardı, resim sanatı vardı, tiyatro vardı, edebiyat vardı. Ama aynı zamanda, son derece sinema tadı da vardı. Woody Allen, tam bir Bergman hayranı olduğunu söylerken yanılmamıştı! Amerika, onu sevdi: Tam dokuz kez Oscar adayı olmuş, üçünde En İyi Yabancı Film Ödülü'nü kucaklamıştı. Ama o da ABD'ye bu sevgiyi iade etti: Bir son dönem konuşmasında, Godard, Welles, Antonioni gibi yönetmenleri sahte entelektüel, sıkıcı, sahtekâr gibi sözcüklerle nitelerken, Spielberg, Scorsese, Coppola, Soderbergh gibilerini yüceltmiş, Trafik, Magnolia, Amerikan Güzeli gibi son dönem Amerikan filmlerini çok sevdiğini söylemişti. Dört kez evlenen, birçok oyuncusuna âşık olan, resmi dokuz (ve olasılıkla çok daha fazla!) çocuğu olan Bergman, ayrıca Persona, Kurdun Saati, Sessizlik, Temas, Çığlıklar ve Fısıltılar, Yüz yüze, Güz Sonatı, 1982'deki son filmi, kimilerine göre başyapıtı olan Fanny ve Alexandre ile de hatırlanacak.
KADIN İLİŞKİLERİNİN USTASI
Michelangelo Antonioni daha yaşlıydı: 1912'de doğduğuna göre, 95 yaşındaydı. Resim, gazetecilik ve sinema eleştirisinden geldiği mesleğinde, 1943'te kısa filmlere, 1950'deyse uzun filmlere yöneldi. 25 kadar filmi arasında önce Kamelyasız Kadın, Kadın Dostlar gibi burjuva öyküleriyle dikkat çekti: Yeni-Gerçekçilik ekolünden gelen biri için ilginç bir saptama! Ama Antonioni için gerçekçilik, kadın-erkek ilişkilerinden geçiyordu, sınıfsal saptamalardan değil. Asıl bildiği çevreyi, burjuvaları anlatmayı seçti ve yıllar boyu, İtalya, giderek sanayi toplumu olmaya giden, bunun için de arkaik ve ataerkil bir yapıyı kırmaya çalışan bir toplumdaki bireyin sorunsallarını işledi. 1960'ta L'Avventura (Serüven) adlı filmi Cannes Film Festivali'nde alkışlarla ıslıkların birbirine karıştığı bir olay yarattığında, modern sinemada bir dev adım atılmıştı: Artık filmler, Amerikan modeline bağımlı olmadan özgürce yapılacak, ruhsal durumlar, karakter tahlilleri klasik olay örgüsünün, uzun plansekanslar hızlı kurgunun, tematik yaklaşım aksiyonun önüne geçecekti. Serüven / Gece / Batan Güneş üçlüsü, herkesi şaşkına çevirdi, ödüller yağdı. Artık Antonioni ekolü doğmuştu. Başarısı, yapımcı Carlo Ponti'yi ve Hollywood'u da çekti. 1968'in o görkemli özgürlük atmosferi içinde Londra'da çektiği Cinayeti Gördüm (Blow Up), bu tarz bir aykırı sinema örneği için görülmemiş biçimde dünyayı dolaştı, bize dek geldi. Sonra aynı başarıyı pek yakalayamadı, ama Yolcu (Profession Reporter), Bir Kadının Tanımlanması yine de çok ilginç filmlerdir. 1984'te bedenine felç indi, ama bu onun 1995'te ve Wim Wenders'in yardımıyla Bulutların Ötesinde adlı bir başyapıt daha çekmesine engel olamadı. Antonioni, özellikle son 10-12 yılını büyük sağlık sorunlarıyla geçirdi. 2004'te bir kısa film bile çekti (Eros). Ama asıl büyük projelerini hep rafa kaldırmak zorunda kaldı. 1996'da İstanbul Film Festivali'ne gelmiş, bir 'Yaşamboyu Başarı' ödülü almış ve ona bu ödülü verme onuru da bana düşmüştü. Asla unutmayacağım bir an! Ve o da, bu uzun direnç yıllarından sonra, aramızdan ayrıldı. Onu genelde 'sıkıcı' bulan Bergman bile, en azından Gece ve Blow Up'ı çok beğendiğini saklamazdı. İşte böyle. Sinema sanatını yücelten ve ona yepyeni yollar açan ustalardan en büyük ikisi, aynı günde ve art arda öldü. Tüm sinemaseverlerin başı sağolsun...
Yayın tarihi: 25 Ağustos 2007, Cumartesi
Web adresi: https://www.sabah.com.tr/2007/08/25/ct/haber,4B68DC9F7BE84846AC5625DE0C851E7A.html
Tüm hakları saklıdır.