Salı gecesi, Diyarbakır - İstanbul seferini yapan uçağın kaçırıldığını televizyondan öğrenince beynimden vurulmuşa döndüm. İçimi koyu bir pişmanlık kapladı. "Keşke"ler beynimi kemirmeye başladı. Ya yolculara bir şey olursa? Eylem bir felakete dönüşürse? Nasıl uyurdum? Vicdanımı nasıl uyuturdum?.. Zira kılına bile zarar gelecek her insanın sorumluluğu vicdanımın üzerine yıkılacaktı. Çünkü zaaflarıma yenik düşüp, "gazetecilik" görevimi yerine getirmemiştim. Eğer kötü bir gelişme olursa, korsandan önce olayın baş sorumlusu "ben" olacaktım... Neden mi? Anlatayım:
ALANDA DEHŞET!
Yer: Diyarbakır Havaalanı... Tarih: 24 Mart 2007 Cumartesi... Saat: 09.30 suları... Uçak kaçırma olayından 17 gün önce Diyarbakır Havaalanı'ndan İstanbul uçağına binmek üzereydim. Aprona çıkmadan önce son kontroller yapılıyordu. Salon hınca hınç dolmuş, yolcu kuyruğu binanın dışına kadar uzamıştı. O anda kuyruğun yanındaki bankın altında bir naylon torba fark ettim. Öylece duruyordu. Kimse sahiplenmiyordu. İçinde renkli sıvılar bulunan üç tane pet şişe ve bir takım malzemeler olduğunu fark ettim. Aklıma uluslararası havaalanlarında yolcuların artık su şişesiyle bile uçağa alınmadıkları geldi. Zira likit patlayıcılar en ölümcül olanlardı. Sağıma soluma bakındım, sahipsiz paketle kimse ilgilenmiyordu. Hemen bilet kontrollerini yapan polislerden kadın olanını ikaz ettim. "Şu bankın altında sahipsiz bir poşet var" dedim. Bekledim ki salon hemen boşaltılacak. "Olay yeri" kordona alınacak. Bomba imha ekipleri gelecek... Ama nerede? Kadın polis, salondaki bir başka erkek meslektaşının yanına gitti. Yakınımda oldukları için erkek polisin konuşmasını duyabildim: "Sen polis değil misin, gidip kendin baksana..." Dakikalar ilerliyordu ve ben "olası" bir bombanın yanında diğer yolcularla birlikte öylece dikilip, duruyordum. Kadın polis, çaresizlik içinde bu kez de bir başka bankonun arkasında duran erkek meslektaşının yanına gitti. İhbarımın üzerinden neredeyse 5 dakika geçtikten sonra, o memur gelip, torbayı elleriyle karıştırdı ve pakette önemli bir şey olmadığını söyleyip, muhtemelen kayıp eşya bölümüne götürdü... Ben olan biteni "dehşetle" izlerken, arkamda sıra bekleyen yolcuların şiddetli itirazları ile karşılaşınca, şaşkınlığım bir kat daha arttı: "Ne diye polise söylüyorsun kardeşim? Bak, geç kalıyoruz. Yürüyüp, binsene sen uçağına. Sana ne ki?.." Karşılaştığım manzaraya inanamıyordum. Böyle bir vurdumduymazlık, böyle bir umursamazlık olabilir miydi? Üstelik bunlar, terör yönünden ülkenin en riskli havaalanlarından birinde yaşanıyordu. Hayal görmeme imkan yoktu zira yanımda Show TV ekibinden arkadaşlarım da olan biteni şaşkınlıkla izliyorlardı. Dönüşte bu olayı yazıp, yazmamak konusunda uzun süre bocaladım. Biraz da orada görevli memurları düşündüm. Sonunda yazmamaya karar verdim. Zira ben "ihbarımı" en yetkili kişilere, yani alandaki emniyet mensuplarına yapmıştım. Bundan sonrası onların sorumluluğundaydı. Üstelik ben "vatandaşlık görevimi" yerine getirirken, arkamda kuyruk bekleyen vatandaşlar bana isyan etmiş, aşağılamışlardı. "Kimin için" yazacaktım ki?.. Ama 17 gün sonra aynı havaalanından binen bir yolcu, uçak kaçırınca ayıldım. Ve yazmadığım için binlerce kez pişman oldum. Neyse ki, uçak kaçırma eylemi, kimsenin kılına zarar gelmeden sona erdi. Ben şu anda "gazetecilik ihmalimi" telafi etme şansı bulabiliyorum. Diyarbakır Havaalanı'nın emniyetini sağlamakla yükümlü olanlar da bunu lütfen Allah tarafından kendilerine bahşedilen "ikinci bir fırsat" olarak değerlendirsinler. Eminim ki güvenlik mensupları gerekli önlemleri alacaklardır. Ama benim asıl kaygım, arkamda bekleyen yolcuların tavrı. İnsanların teröre karşı bu denli duyarsızlaştığı, hayatlarına kasteden ciddi bir bomba ihbarını bile "umursamadığı" bir coğrafyada, emniyet mensupları ne kadar önlem alabilirler ki?..
Yayın tarihi: 13 Nisan 2007, Cuma
Web adresi: https://www.sabah.com.tr/2007/04/13/gny/haber,4ABCCF95B68B43CB8CF9550B4537583D.html
Tüm hakları saklıdır.