Çok yanlış, çok!
Bir şey söyleyeyim mi? Olur. Biz gazeteciler, direnmeyerek, yanlışa yanlış, doğruya doğru demeden de idare ederek, boyun eğerek, maddi endişe, tatmin, ihtiras ve arsızlıklar ile kariyerist, fetişist, hedonist, sahte, muhteris, yer yer fesat bir gurur ile itibar müptelası olarak ihanet ettik. İhanetin listesi; Kendimizden sizlere kadar uzanıyor. Elhak, siz gazeteci olmayanların bir kısmı da, bayağılıklara baygınlıklarla buna çanak tuttu. Çok da masum değilsiniz yani.
Bilen bilir; mesleki mevzuda biraz "muhafazakar"ımdır. "Sözde ilerleyen, koşu bandında çok koşan; değişmekten, dünyayı değiştirmekten ziyade topaçlaşan veya fırdöndüleşen kimi arkadaş"ın, başı eğik baş döndürücü hızını azıcık dengelemek için kimine de "muhafazakarlık" düştü ya. "Kar"dan ziyade, "muhafaza" kısmı.
Sonradan edinilmiş, özeleştirilerden, muhasebelerden, itirazlardan, istifalardan, bağımsız kalabilme ve sürekli öğrenme çabalarından süzülmüş, "tecrübelere dayalı" sebepleri var. Ama şahsi, bir nevi genetik kökü de var: Gazeteci babasını henüz toprağa verip 6 yaşında yatılı ilkokula başlayan ve bir gün "Necdet" öğretmeninden "kendisi" hakkında şunu dinleyen bir çocuk tasavvur edin: "Senin bir kaderin var oğlum. Biri, bu okuldur. Diğeri de, gazetecilik ve yazı. Bundan 100 yıl kadar önce, ilk Türkçe gazeteyi çıkarmış Şinasi ile Namık Kemal sürgüne gidince, Tasvir-i Efkar'ı yayınlamayı emanet ettikleri büyük dedenden beri öyle." Hemen hemen böyle bir şeydi. Kimsenin umurunda olmasa da, bir gün gerçekten mesleğe başlayıp bir çeyrek asırdan fazla, her kelimeyi, her cümleyi, her satırı, her sayfayı, her başlığı, her yazıyı, her fotoyu, her gazeteciyi, her imzayı, her tasayı ve acıyı, her hakikati, her insanı "emanet" bilebilmek, emanete olabildiğince ihanet etmeden, akıl ve vicdan koşturabilmek, konuşturabilmek derdiyle geçti. Ne bileyim; içimiz, misal Ertuğrul beyler kadar hiç rahat olamadı. Her adımda, kendini, işi, günü veya geleceği sorgulayan huzursuzluk. Çakıl taşını da, akıl taşını da "muhafaza" telaşı. Kaleyi içeriden düşüren, teslim eden, alan "Truva atları"na, çok bilmişlerden çok gaddarlara kadar, binbir mesleki, vicdani, insani ihanete karşı.
Şimdi gazeteciler görüyorum. Diyelim ki bir pencereden; diyelim ki, buğulanmış aynalarda. Kimi rehin düşmüş, sessiz, kırılgan. Kimi rehin düşmüş, ama cazgır bezirgan. Patronu hapse giderken batık banka kasasını son anda soyup "kendi" parasını çalandan, tanker kazasından sonra sahilde petrole, zifte bulanıp çırpınan ama kendini kartal sanan karabataklara kadar. Bir de hacıyatmazlar! Oysa bu meslek, ister abdest alır gibi deyin, ister temizlik imandan, ister daha dünyevi ifadeyle, sağlam kafa sağlam vücuttan; "el ve beden temizliği ile akıl ve vicdan sağlığı"nı şart sayardı. Lafın gelişi; elini temiz tutan abdestli olmak yerine asbestli olmayı seçti kimileri. Bunu ancak gazeteciler hissedebilir. Kusura bakmasınlar; patronlar o kadar değil. Oysa, "Kral soytarıları" önce kendi yoldaşlarını, meslektaşlarını zihnen, manen, maddeten köleleştirecek denli yamuldular ve kendilerini "hep vezir" ederken, kendileri de dahil, çok şeyi rezil ettiler.
Zaten kendimize kızıyorum. Bu rezalete; siyaset, asker, iş dünyası, reklam baskısına teslim olmayabilir, gazeteciliğin içine eden menfaat, servet, tahakküm arzularına izin vermemek, direnebilmek, hakikatin, toplumun, doğruluğun menziline girebilmek için "yer yer" ayaklanabilirdik. Ama kimimiz, dört ayak üstünde durmayı, "ayakları üstünde durmak" zannetti. Kısacık ömürde, haberin, yorumun, gerçeklerin, eleştirinin sorumluluğunu size emanet eden, bence hayatın bir lütfü olan bu "dünyanın en zevkli işi"ni, sanırım yanlış anladılar! Çok yanlış, çok!
|