Doktorlar iyi hasta olamıyor
* Geçtiğimiz haftalarda kaybettiğimiz Türk Tabipleri Birliği'nin (TTB) yıllarca başkanlığı yapmış Dr. Füsun Sayek, hastalığıyla ilgili olarak TTB'ye bir mektup yazmıştı. Sayek, mektubunda, yıllarca doktor olarak görev yaptıktan sonra 'hasta' konumuna düştüğünü açıklıyor ve "Tanı konulmasını reddettim, bir doktorum olmadı. İnkar, öfke, suçluluk ve nihayet kabullenmeyi ben de yaşadım" diyerek; hastalığın, üzerindeki etkilerini anlatıyor. Hastalığını kendi keşfeden ve kemoterapi tedavisine başlayan Dr. Sayek, "Doktorlar, doktora gitmesini öğrenemiyorlar. Genelde hastane koridorlarında birbirlerine danışıyorlar. Ben de benzerlerini yaşadım" diyerek, bir doktorun hasta olmasının zor olduğunu anlatıyor. Bir doktorun hastalığı hakkındaki bu duygularını nasıl değerlendiriyorsunuz?
Meslektaşımın kendisiyle alakalı bu samimi ifadeleri, aslında çok önemli bir gerçeğin altını çiziyor. Günün birinde biz hekimlere de hasta rolünü oynamak düşebiliyor. Bu da aslında çok doğal, şaşırmamak gerekiyor. Asıl hayrete konu olan, hekimlerin kendi hastalıkları karşısında gösterdikleri tepki. Sağlık, hastalık ve ölüm konusunda, diğer insanlara göre çok daha bilgili olan hekimin, hasta olduğunda, diğer insanlara göre daha optimal davranışlar sergilemesi beklenmez mi? Oysa, Sayın Sayek'in de söylediği gibi, vaka öyle olmuyor. Yıllarca masanın bu tarafında oturup da, günün birinde karşı taraftakinin yerine geçivermek çok güç bir durum. Bu durum, sadece Dr. Sayek'e özgü bir davranış değil, kuşkusuz. Onun da ifade ettiği gibi; çoğu hekim rahatsızlıklarını, şikayetlerini bir hastalık olarak algılamaktan uzun süre kaçıyor. Hastalık olasılığını ciddiye alsa bile, bir sevk kağıdı ve bir hasta dosyası çıkarıp, randevu alarak, hekim kimliğinden sıyrılıp, bir meslektaşına hasta olarak başvurmayı beceremiyor. Ayaküstü, sorularla ve telefon trafiğiyle kendini rahatlatmanın peşinde oluyor. İstenen tahlilleri gerçekçi bulmuyor. Yaptırmakta isteksiz oluyor ve geciktiriyor. Radyolojik tahlillerin raporlanması sürecini bypass ediyor. Elden alınan filmler, koridorlarda ayaküstü değerlendirmelere tabi tutuluyor. Endoskopi, biyopsi, operasyon gibi muayene ve girişimlere çok zor razı oluyor. Anormal sonuçları hastalık lehine yorumlamaktansa, değişik bahanelerle rasyonalize etmeye çalışıyor. Tedaviye gelince de, hemen modifikasyonlara yelteniyor. Standart tedavileri olduğu gibi uygulamaktan kaçınıyor. Tedaviye uyum ve kontroller konusunda da az sabıkalı değiliz. Bütün bunları görünce, 'insan bazı şeyleri bilmemese daha mı iyi olurdu' diye düşünmeye başlıyorum. Hekimine güvenip teslim olan, ne derse yapan, umutla tedavinin iyileştirici etkisini bekleyen diğer hastalar, hekimlere kıyasla daha şanslı görünüyorlar. Demek ki, bilmek yetmiyor. Asıl olan, bilmek değil; bilgiyi eyleme dönüştürmek. Bilginin eyleme dönüşmesi ise çok farklı motivasyonlar gerektiriyor. Bunların başında inanç geliyor. Hekimine kuşku duymaksızın duyulan bir güven, hastanın, en iyi tedaviyi alabilmesine imkan sağlıyor. Bir diğer dönüştürücü faktör ise ümit. Güçlü bir umut, en ağır yan etkilerin ve komplikasyonların bile tolere edilmesine izin veriyor. İşte hekimde eksik olan bunlar. Farklı olasılıkların ve olumsuz sonuçların farkında olan hekim, yeterince inançlı ve umutlu olamayabiliyor. Sonuç olarak, biz hekimlerin işi zor. Hastaların çare beklediği hekimin, kendine çare olamayışı ise, trajikomik bir durum. NOT: Bu vesileyle Sayın Sayek'in ailesine ve tüm tıp camiasına başsağlığı ve sabırlar diliyorum.
Prof. Dr. Tevfik Özlü
|