| |
|
|
Hilafet, laiklikle çelişir mi?
Yargıtay Başkanı Osman Arslan, Adli Yıl Açılış Töreni'nde yaptığı konuşmada birçok konuya değindi. Bunlardan biri de Anayasada laiklik tanımının olmamasıydı. Arslan'ın bu sözleri çeşitli tepkilere yol açtı. Hala da analiz ve yorum yazıları çıkmaya devam ediyor. Mesela dün Oktay Ekşi, özetle, sözlük tipi laiklik tanımının Anayasada olmadığını, ancak çeşitli maddelere (mesela 24'üncü madde) bakarak laiklik kavramının ne anlama geldiğini anlayabileceğimizi belirtti. (Hürriyet) Ayrıca tarihimize bakarak da laikliğin ne olduğunu kavrayabileceğimizi yazıyordu Ekşi: "Geçmişin 'Milad'ı 3 Mart 1924 tarihinde Hilafetin lağvedilmesi, Şeriye ve Evkaf Vekaleti'nin kaldırılması, Öğretim Birliği yasasının kabul edilmesidir. O tarihten beri bu devletin her tuğlasında laikliğin ne anlama geldiğini gösteren binlerce, on binlerce tanım vardır."
Bu satırlarda dile getirilen fikri defalarca başka yerlerden de işittik. Sorgulamadan kabullendik. Gelin üzerine biraz düşünelim. Mesela devlet bünyesindeki Şeriye ve Evkaf Vekaleti'nin kaldırılması bence de laiklik ilkesinin gereğidir... Bu bakanlığın görevlerinden biri çıkarılan kanunların dine uygun olup olmadığını denetlemekti. Halbuki laik bir devlette böyle bir uygulama olmaz. Ancak bir nokta benim zihnimi kurcalıyor: Hilafeti kaldırmanın laiklikle ne alakası var? Hilafet nedir? Özetle söylersek: Halife olan kişinin Müslümanları temsil etmesi, onların meseleleriyle ilgilenmesidir. Ee, peki kuramsal olarak, 'laik devlet' ülkedeki inançlara eşit mesafede durması gereken, din dışı, din ötesi bir kurum değil mi? Bugün nasıl Patrikhane varlığını sürdürüyorsa... Hilafet de varlığını sürdürebilir ve bu durum devletin laikliğine halel getirmezdi. Ama dediğim gibi bu söylediğim işin kuramsal yanı. Pratikte böyle olmadı. Son halife Abdülmecit, Ankara hükümetine karşı ufaktan ufaktan tavır almaya, dini otoritesini siyasi alanda kullanmaya kalkışınca... Hilafet kurumu lağvedildi, Abdülmecit de ülkeden gönderildi. Abdülmecit Efendi, "Yaşasın Cumhuriyet, yaşasın Mustafa Kemal Paşa" deseydi, yeni rejime bağlı olduğunu gösterseydi, belki de yerinde kalacaktı! Tarihsel açıdan baktığımızda Ankara'nın bu tedbirini olağan karşılıyoruz. (Bu arada gayet ironik bir noktaya değinelim: Hilafet kaldırıldığı sırada, Anayasada "Devletin dini İslam'dır" yazıyordu!) Ancak kuramsal açıdan, laiklik ilkesinin uygulanması için Hilafet'in kaldırılması zorunlu şart değildi. Hatta tam tersini dahi söyleyebiliriz: Eğer Halifelik yaşamaya devam etseydi... O zaman devletin bünyesinde Diyanet İşleri Başkanlığı'nın kurulması gerekmezdi. Devlet işleri ile din işleri birbirinden 'gerçekten' ayrılmış olurdu. Düşünün: Madem devlet laik... Nasıl oluyor da muhteşem bütçesi ve devasa kadrosuyla laik devletin bünyesinde Diyanet İşleri gibi bir kurum bulunabiliyor? Hani laikliğin birinci şıkkı, 'Din ve devlet işlerinin birbirine karışmaması'ydı? Bu ne perhiz, bu ne lahana turşusu? Fikir jimnastiğine ne dersiniz: Bana öyle bir laiklik tanımı yapın ki... Hem devlet ile dini birbirinden ayırsın... Hem de en büyük din kurumunu, yani Diyanet'i devletin bünyesine alsın. (Bunu beceren kişiyi alnından öpmeliyiz.) Neyse... Özetle şöyle diyeyim: Hilafet, laiklik ilkesini uygulamak amacıyla kaldırılmadı. Ankara'daki iktidarın derdi, kendine muhalefet edebilecek bir gücün önünü kesmekti. Bunu da başardı. Not: Bu yazıdan, 'Ha, demek sen hilafetçisin' gibi bir anlam çıkarmayın; çarpılırsınız!
|