| |
Ortadoğu'da rüya görmek bile tehlikeli
Geçmişteki bir genel seçime dayanan dönemde röportajlar yapmak için Batı Anadolu kentlerini ve ilçeleri ziyaret ediyordum. Hem milletvekili adayları, hem de partilerin örgüt yöneticileriyle görüşüyordum. Ziyaret ettiğim her partinin adayına da, partililerine de, hem yurt hem dünya sorunları hakkındaki düşüncelerini soruyordum. Dış politika konusunun, yerel particilerin hiç ilgisini çekmediğini, bu temaslarım sırasında çok açık biçimde gözlemledim. Milletvekili adaylarının belirlenmesinde, onların dış politikaya dönük siyasi tutumları hiç etkili olmamıştı. Kimse adayların, NATO'ya, AB'ye veya IMF'ye ilişkin görüşlerini merak etmemişti. Sadece doktriner ideolojisi olduğunu zanneden partilerde, Amerika'ya veya komünizme karşı olmak, adayın siyasal kimliğini belirlemeye yetmekteydi. Jeopolitik konumu açısından dünyanın en kritik bölgelerinden birinde bulunan Türkiye'nin demokrasisinde, siyasetin tabanı yerele dönük ve biraz da geçmişten kaynaklanan kamplaşmaların rüzgarında, seçilmiş kadroları oluşturmaktaydı.
NE DEĞİŞTİ Kİ? Durum bugün de böyle. Kimse şu andaki AK Parti'nin, yani Milli Görüş'ten kopan kadroların daha fazla Avrupa'cı veya daha fazla ABD İttifakı'ndan yana oldukları için yollarını ayırdıklarını söylemesin. Eğer 2002 seçimlerinde AK Parti muhalefette kalsaydı, iktidardaki partiyi AB'ci, Amerikancı ve herhalde " Teslimiyetçi " diye eleştireceklerdi. Bugün muhalefetteki CHP de, iktidardaki AK Parti'yi böyle eleştirmiyor mu? Gümrük Birliği olsun diye 1995'te nefes nefese AB başkentlerini Başbakan Yardımcısı ve Dışişleri Bakanı olarak nefes nefese dolaşan Deniz Baykal'ın partisi, şimdi AB karşısında AK Parti'nin teslimiyetçi politikalarını yerden yere vurmuyor mu? Bu durum bir gerçeği de yansıtıyor aslında. Türkiye'de siyasetin dış politika konusunda fazla hareket kabiliyeti olması mümkün değil. Daha doğrusu Türkiye'nin böyle bir hareket kabiliyeti fazlaca yok. Türkiye dış konjonktürü dikkatli biçimde izlemek ve bu konjonktüre ters düşmemek zorunda. Bu Osmanlı'da da, Cumhuriyet'te de böyle oldu. Çünkü dış konjonktür iyi izlenmediği ve ters düşüldüğü durumlarda, karşımıza tasavvur edilmeyen problemler çıktı. Osmanlı böyle çöküp dağıldı. Cumhuriyet döneminde ise, " Kıbrıs Harekâtı " sonunda ambargoya hedef olundu, içeride anarşi ortamına sürüklenildi ve bu süreç 12 Eylül askeri müdahalesiyle noktalandı.
GERÇEKLER Türkiye'nin bu gerçeğini en iyi tahlil eden lider Atatürk olduğu için, Misakı Milli hedeflerine tam ulaşılmamasına rağmen, Lozan imzalanmıştır. Batılı ülkelere karşı verilen Kurtuluş savaşı ertesinde, Batı'nın alfabesi ve hukuku kabul edilmiştir. İnönü Türkiye'yi 2'nci Dünya Savaşı dışında tutmuştur. 1965'te Türkiye'yi Sovyetlerle baş başa bırakmakla tehdit eden Johnson Mektubu'na rağmen, sonraki iktidarlar da Amerikan İttifakı'nı sürdürmüş ve geliştirmişlerdir. AK Parti tabanının derin düşüncelerinde ne kadar antiBatı düşünceler olursa olsun, bu kadrolar da iktidar olunca AB'ci ve Amerikan yanlısı olmuşlardır. Çünkü bu coğrafyada İran gibi veya Irak gibi oluvermek işten bile değildir. Türkiye Cumhuriyeti'nin varlık felsefesi ise, " Batılı gibi olmak ve öyle kalmak " üzerine kurulmuştur. Bir başka deyişle, Türkiye'de taç giyen başlar akıllı ve bilinçli olmak zorundadır. Türkiye'de iktidar olanlar bu temel felsefeyi benimsemekle yükümlüdür. Askeri darbeler bile işe "NATO'ya bağlıyız" bildirimiyle başlamakta, aralarından çıkmaya teşebbüs eden Nasır'cı veya 3'üncü Dünya heveslisi maceraperestleri tasfiye etmektedirler. Kamuoyunun bazı kesimlerinde yükselen "Batı'ya rest çekelim" benzeri seslerin varlığı, çok sesli demokrasinin kanıtıdır. Ama bunların derin siyaset açısından bir kıymeti harbiyesi yoktur. Hele " Atatürk olsaydı böyle davranmazdı " diyenlerin hiçbir değeri yoktur siyasette. Bunlar olsa olsa Osmanlı ve Kurtuluş Savaşı tarihini bilmeyen, Cumhuriyet'in tarihini okumamış, kulaktan dolma sloganlarla karmaşık dünya politikasına ve daha da karmaşık Ortadoğu'ya at gözlükleriyle bakanlardır.
|