| |
Yarının krizini bugüne taşımak akıl kârı mı?
Haber kanallarında ekonomiye ve borsaya dönük yorumları izlerken, sürekli "Beklenti" sözcüğünün tekrarlandığı dikkatinizi çekmiştir. Aslında bu "Beklenti", sade ekonominin değil, bireysel ve toplumsal yaşamın da anahtar kavramı veya şifresidir. İçinde bulunulan gerçeklerden daha önemlidir beklentiler. Bir ülkenin bütçesi denk, parası sağlam olsa da, büyüme hızı yerleşik ve istikrarlı gelişse de, gözlemciler değerlendirmelerini "Beklentiler"e dayalı oluşturur. Bütün göstergeler olumluyken tablonun bir anda "Kriz"e dönüşüvermesi mümkündür çünkü. Okyanustaki kelebeğin kanat çırpmasının bir kasırganın yönünü etkilemesine benzer bir "Karmaşıklık" (Complexty) içinde, beklentinin içeriğindeki öğeler, her şeyi değiştirebilir. Gelişmiş toplumlar, beklentilerin tasavvur alanının dışında kalan ihtimallere karşı bile hazırlıklıdır. Örneğin terörist saldırılar 11 Eylül 2001'de ABD'yi beklenmedik şekilde can evinden vurduğunda, ekonominin paniğe ve krize girmesi beklenirdi. Oysa ABD Merkez Bankası'nın (FED) o dönemdeki yönetimi piyasaya para arzını artırarak, krizi önledi. Toplumsal ve siyasal panik ortamının, bir bankalar krizine dönüşmesi engellendi. Biz bunu 2001'de yapamadığımız ve kriz belirtileri bankaları sarsarken hem sabit kurdan vazgeçip hem de bankaları nakitle takviye edemediğimiz için, Cumhurbaşkanı Sezer'in Başbakan Ecevit'e Çankaya'da Anayasa fırlatması bir kıvılcım oldu. "18 Şubat Krizi" patladı ve sistem çöktü.
BEKLENTİ TAHLİLİ Bir ülke çok gelişmiş olmasa da, eğer yönetici kadrolar gelişmişse, "Beklentiler"in içeriğindeki kriz patlatıcı öğeler önceden tahmin edilir ve bunların gerçekleşmesi halinde bile, etkileri nötralize edilmiş olur. Şu anda Türkiye'nin bu tür bir gelişmiş yönetim anlayışına ihtiyacı, her zamankinden fazladır. Çünkü hem ekonomiye hem de siyasete dönük beklentiler, müstakbel krizlerin ateşleyicileri ile dolu gibi bir görüntü var. Örneğin Türkiye'de ekonominin istikrarı, yerli ve yabancı sermayenin Türkiye'ye güveni, Türkiye'nin AB ile ilişkilerine endekslenmiş durumda. Bu arada Türkiye-AB ilişkilerinde zorlayıcı ve hatta engelleyici öğelerin fazlalılığı da bilinmekte. Bu noktada eğer Türkiye'nin başbakanı her forumda ulusalcı bir söylemi seslendiren görüntü içine girer ve "Üyelik müzakereleri koparsa kopar" içerikli restleri çekerse, bu kendi tabanını mutlu etse de, siyasi ve ekonomik beklentileri "Türkiye riskleri" ile doldurur. Üyelik müzakerelerinin kopacağı gelecekteki bir tarihte yaşanacak şoklar, bugünden hissedilmeye başlanır. Bunun gibi gelecek mayıstaki cumhurbaşkanlığı seçimine dönük siyasal kriz beklentilerinin de şimdiden ortamı olumsuz etkilememesi için gereken adımların, gerek iktidar gerekse muhalefet tarafından bir "Uzlaşma"ya dayalı olarak atılması, "Gelişmiş siyaset anlayışı"nın gereğidir. Bir ülkenin dünya ekonomisindeki yerinin veya gelişmişlik ölçüsünün 2'nci sınıf olması, o ülkedeki siyaset ve yönetim anlayışının 1'inci sınıf olmasına engel değildir.
SİYASET ANLAYIŞI Sürekli iplerin gerildiği, her görüşün karşısındakini düşman kamp gibi algıladığı, siyasetin birlikte var olmak yerine birbirini yok etmek mesleği biçiminde sunulduğu bir anlayışa, süper devletler bile dayanamıyor ki, yaşadığımız çağda Sovyet İmparatorluğu çöktü, Yugoslavya iç savaşla parçalandı, Filistin Sorunu yetmezmiş gibi Ortadoğu Irak Krizi'nin içine de sürüklendi. Ankara'daki koltuklara ve siyasetin rantına dönük açlıklarını gideremeyen kadrolar, yaz tatiline başlayan 14 milyon ilk ve ortaöğretim öğrencisinin ve pazar günü ÖSS'ye giren 1.5 milyon gencin yarına dönük "Beklentileri"ni de arada bir hesaba almalıdır. Bu sade iktidar için böyle değildir. Neticede "Tam ve adil temsil"i Türk siyasetine sokmayan yüzde 10 barajından da, "Lider Sultası"na yol açan siyasi partiler sisteminden de, hem iktidar hem muhalefet aynı ölçüde yararlanmıyor mu? Muhafazakar demokratlarla, sosyal demokratlar arasında bu açıdan ne fark var ki?
|