| |
İnsanı en fazla yamyamlar severler
İnsanın insanı yemesine "yamyamlık" deniliyor ya. Aslında her yamyam bu açıdan "insan sever"dir de. İnsan sevmediği şeyi yer mi yani? Bir yamyamı normal bir lokantada görenler şaşırıp, "senin burada ne işin var" diye sormuşlar. Yamyam iç geçirip cevap vermiş: - İnsanlardan bıktım! Bu "Sevmek" olgusu gerçekten çok boyutlu ve karmaşık duygular içerir. Mesela Jön Türkler'in ideologu Dr. Abdullah Cevdet de (1869-1932), "Vatanımı seviyorum ama milletimi sevmiyorum" anlamına gelen bir seçkinciliğin sözcüsü olmamış mı zamanında? Aslında şu sırada Türk siyaset ve toplum yaşamını giderek içine alan gerginlik ve hatta kavga ortamının aktif taraflarına sormak gerekir: - Sizler birer doktrin haline dönüştürdüğünüz ideolojilerinizi mi, yoksa vatanınızı ve insanlarınızı mı daha çok seviyorsunuz? Bu soruyu kimi "rejimi korumak" kimi de "demokrasiyi yaşatmak" adına birbirlerini can düşmanı gibi gören kesimlerin sözcülerine sorabilseniz, kimbilir ne çarpıcı cevaplar alırdınız. Galiba Brecht'in bir oyunundaydı faşizmin mantığını irdeleyen aşağıdaki cümle: - Bu halk bu demokrasiye layık değil. Bu halkı lağvedelim. Bu açıdan bakarsanız, "sevmek" olgusunun çarpıtılmış biçiminin içeriğinde "yabancılaşmak" da vardır. Refik Erduran'ın bir romanının kahramanı, o sırada okuduğu Dale Carnegie'nin "Dost Kazanmak Sanatı" kitabını karşısındaki adamın kafasına vurarak onu yaralar ya İşte öyle bir şey. Örneğin Devlet'i teslim ettiğiniz Ankara'daki bürokratların, vatana ve millete hizmet etmeyi varlık sebebi olarak benimsediklerini var sayarsınız. Oysa bürolar ve koltuklar insanı varlık sebebine de yabancılaştırır. Büronun iktidarını ve koltuğun gücünü korumak için her yol meşru sayılmaya başlanılır. Hukuk rafa kaldırılır. Her şey "devlet sırrı" olarak sunulur. "Devleti korumak ve kollamak" gerekçesiyle, devletin halkı ile arası açılır. Oysa bilirsiniz ki "hukuksuz devlet örgütlenmiş şiddet" demektir. Aynı yabancılaşmayı oylarınızla seçip iktidarı teslim ettiğiniz siyasetçilerde de görürsünüz. Onlar da vatana ve millete hizmet etmek için Ankara'ya giderler. Ama sonra kendileri gibi olmayanları "ötekiler" olarak görmeye, eleştirenleri "karşı kamp"a sokmaya başlarlar. Artık devrede halk değil, "bizimkiler" vardır. Bu arada "Nepotizm" ve "Aferizm" gibi, siyasetin rantını paylaşma yöntemleri devreye girer. Biz Türk toplumu olarak bunların hepsini defalarca gördük ve yaşadık. Ama sona erdiremedik bu kısır döngüyü. Temel'e "kadında güzellik mi aptallık mı önemlidir" diye sorunca "güzellik geçicidir, aptallık kalıcıdır" cevabını almışlar ya. Bizim sosyo politik yaşamımızda da güzellikler hep kısa süreli ve geçici oldu. Dönüp dolaşıp, hep aynı rejim kavgalarına saplanmayı ve sürekli "rejim" ile "demokrasi"nin karşı karşıya gelmesini başka türlü nasıl izah edebiliriz? Hani Afrikalı yamyamlar yakaladıkları bir Avrupalı turisti, kazana koymuş pişiriyorlarmış. Kaynayan suda pişmekte olan turiste alttaki ateşi körükleyen yamyam bir ara "senin adın ne" diye sormuş. Pişmekte olan turist sinirlenip, "benim adımdan sana ne" diye bağırınca, yamyam da sinirlenmiş, - Adını bilmek zorundayım. Adını bilmezsem, şefimizin yemek listesine ne yazarım, diye azarlamış adamı. Biliyoruz ki Türk siyasal yaşamındaki gerginlik bu çizgide sürerse, insanları sevenler, kendi şeflerinin yemek listelerine yenileceklerin isimlerini yazmaya başlayacaklardır. Bu konuda tencere ve kazan sıkıntısı çekilmeyeceği kesindir. "Sevmek" ve "yabancılaşmak " gibi kavramların ötesinde, şu anda Türkiye "akıl", "mantık", "bilinç" gibi olgulara çok fazla hasret duymakta. Saplantılarını ve statülerinden kaynaklanan çıkarlarını bir kenara itip, gerçekten vatanının ve milletinin mutluluğu, refahı, istikrarı, gelişmesi için "uzlaşma" denilen insani faaliyeti hayata geçirecek "gerçek liderler"i özledik. Belki gülerek okuduğunuz ama aslında acınacak halimizi anlatmaya çalıştığımız bu yazıyı, bir acı tebessümle noktalayayım. Baba ve oğul yamyam ormanda giderlerken, ırmakta çırılçıplak yıkanan bir genç kız görmüşler. Oğul babasına "Hadi baba, şu kızı yiyelim" demiş. Baba bir durup düşünmüş ve sonra "Hayır oğlum. Bu kızı eve götürelim, anneni yiyelim" diye cevap vermiş. Demokrasimizin hiç olgulaşmaması ve hep deneyimsiz bir genç kız gibi taze kalması ile bu fıkra arasında bağlantı kurabilir misiniz?
|