Yaralıyız!
Dün sabah erkenden uyanıp Beyazıt'ta, İstanbul Üniversitesi'nin yolunu tuttum. Hukuk Fakültesi'nde dersler devam ediyor, mâlûm... Amfide arka sıralara oturdum. Sınıf arkadaşlarım, hocaları dikkatle dinliyor, özenle not tutuyordu. Hepsini kuş bakışı görebiliyordum. Sınıf arkadaşlarım? Yirmili yaşlarının başlarındaydılar daha... Önlerindeki uzun, çook uzun yolculuğun hazırlığında! Üçüncü derse kalamadım. Yirmili yaşlarındaki arkadaşlarımı, hayat yolculuğunun; heyecanlı, ürkek, tedirgin başlangıcında bırakıp, Teşvikiye'ye doğru yola çıktım. Yolculuğun son durağındaki eski bir dostu uğurlamak için... Teşvikiye camiinde, Erdal Öz'ün cenaze töreni vardı. Cami avlusu kalabalıktı. Avluyu kuşbakışı gören bir noktadan baktım kalabalığa... Dersi yarıda bırakıp geldiğim "Beyazıt" a ne kadar uzaktı o an "Teşvikiye!" 71 yaşında göçüp giden edebiyat ustasıyla, yirmi bir yaşlarındaki arkadaşlarım arasında tam yarım asır vardı. Üniversiteden ayrılırken birkaç "arkadaşım" a söylemiştim "cenaze" ye gittiğimi... Başsağlığı dilediler elbette; ama "hissettiğimi hissetmek" için ne kadar uzaktılar o avluya, ne kadar! Benim üniversiteye başladığım günlerde "Ruhun gençleşiyor işte, fena mı?" diye öykünenler çoktu yaşdaşlarım arasında... Acaba?
Erdal Öz'le yaşlarımızın "daha yakın" olduğunu sanmıştım hep, nedense... Hiç merak edip sormamıştım ki! Her gün, yeni bir kitapla; yeni hayatları ve yepyeni heyecanları yaşayan ve "yaşatan" bir yayın gönüllüsünün, 70'li yaşlara gelmiş olabileceği aklımın ucundan geçmezdi. Ama ne fark ederdi? 70'li yaşlara "delikanlı" yüreğiyle gelmişti ve daha ne "delikanlı" satırlar döşenecekti yaşasaydı, biliyoruz. Lakin... "Yaralısın" diyen de "O" ydu işte hepimize; daha yolun en başında... "Yaralı" ydık hepimiz. Ölümcül bir yarayla geliyorduk dünyaya... Ve ne garip! Hayat ilerledikçe, ömür sürdükçe; o "ölüm yarası" da büyüyordu içimizde... O "ölüm" cül yara! Ve bir gün... Dün bir üniversite amfisiyle, bir cami avlusu arasındaki yarım saatlik yolculuğun ruhumda yol açtığı "gelgit" leri paylaşmadan edemedim bu yazının girişinde, bağışlayın. "Ruhun gençleşiyor!" demişlerdi evet; evet, ama dün ben kendi "yara" mı elimle tuttum. Fark etmek iyidir ara sıra... Belki de her şey unuttuğumuzdandır, kim bilir! Erdal Öz fısıldadı belki de kulağıma; o "ölümsüz" kitabının adıyla: "Yaralısın!" Yaralıyız işte hepimiz, ne demeli?
Arada başka yaralayan şeyler de oldu yüreğimizi dün... Ama o başka bir yazının bahis konusu...
1994 yılı sonlarıydı. Telefonun öbür ucundaki ses Erdal Öz'ündü. "Gel şu yazılarını kitaplaştıralım!" dedi. Böylece tanıştık. Benim için heyecan ve gurur verici bir "davet" ti önerisi... Can Yayınları'nın "yazar" kadrosuna girmek! Biliyordum ki, herkese sunulmazdı bu öneri... O beyaz ciltler üzerine adımın yazılması? Beyaz ciltler üzerindeki o kırmızı kalp? Albenili grafikler, renk cümbüşü, çarpıcı resimler basmadı hiç satılsın diye kitaplarının kapağına... Üzerinde yalnızca "Can" yazan beyaz bir sayfa... Yeterdi. İlk kitap "Şimdi İyi Haberleri Veriyoruz" oldu. Sonra neredeyse her yıl bir kitap çıkardık birlikte... "Hazan Mevsiminde Aşk", "Futbol Hayattır" ve "Sedir Ağacının Kokusu." Kitap fuarlarındaki bütün imza günlerime geldi. Arkadan sessizce izledi kalabalıkları... Aralarda çaylar içtik, sohbetler ettik. Yakın zamanlara kadar hep yanında olan "can" yoldaşı; benim de kitaplarımın "editör" ü sevgili İlknur Özdemir'le birlikte... Onun gibi usta bir edebiyatçının, aynı zamanda yayıncınız olması ne büyük şanstı bilene... Üzerinde "Can" yazan kitaplardan birinden, sevdiğini söylediği bir yazımdan, şu "Mayıs hüzünleri" yle uğurlayayım onu: "3 Mayıs 72'de beraat ettim, 4 Mayıs 72'de babamı kaybettim, 5 Mayıs 72'de teyakkuza geçirip her yanı, 6 Mayıs 72'de astılar üç genç adamı... Velhasıl, o yıl... Acının tuzlu denizine bastılar, yaraları kanayan, o güzelim baharı..."
|