Önce tabela!
Devletini, milletini, milliyetini, dinini, geleneğini, ailesini, memleketini, havasını, suyunu, her karış toprağını, şehit kanıyla sulanmış her karış toprağını, bayrağını, marşını, destanlarını, kahramanlarını herkesin... Çok çok büyük çoğunluğun çok çok sevdiği, canını fedaya hazır olduğu canım ülkemin "en kıdemli haberi"dir. Çok şey değişir; o değişmez: Vergi beyanlarına bakılır ve işadamlarının (ve kadınlarının) çoğunun, esnafın, serbest meslek sahiplerinin, sadece alaylıların değil, doktor gibi mekteplilerin de asgari ücretliden daha az gelir ve vergi beyan ettiği "tespit edilir". Geldik, gidiyoruz; hangi hızla gittiğimizi bilmesek bile, bunu ezbere biliyoruz.
Mangalda kül bırakmamalara, afra tafralara, delikanlılıklara, damarlardaki asil kanlara, muhabbetlere, öfkelere, linçlere filan bakarsanız, "milletin ezici çoğunluğu" memleketini, devletini anormal seviyor. Lakin; bir bakıma maçlardaki gibi: Önce hep bir ağızdan "İstiklal Marşı" söyleniyor; sonra aynı bayrak altında aynı marşın çocukları olduğu varsayılan başkalarına, "onun bunun çocukları" olarak sövülüyor. Vergi meselesi de öyle: Paçalardan akan ikiyüzlülük, adilik vesikası! Hani, bir zamanlar ABD'de olduğu gibi harbiden "devlet karşıtı" siyasi tavırla, vergi ödememenin ideolojisini savunan cesur militanlar olsalar, saygı duyalım. Öyle değil ki. Bu sinsi ve aşağılık bir durum. Aşağılıklığı, çok az gelir ve vergi beyan etmekten, kaçırıp durmaktan kaynaklanmıyor tek başına: "Adiliği"nin şahikası; bu arkadaşların çoğunun aynı zamanda bu ülkede, duruma göre "en milliyetçi, en devlet yanlısı, en dindar, en dinci, en muhafazakar, en demokrat, en laik, en cumhuriyetçi, en Atatürkçü, en adaletçi, ordusunu çok seven" yaftalarla donanıp ağzına geleni söylemesi... Ve o sırada asla vergi levhasına filan bakmaması.
İnsanın bir "ahlak pusulası" olur... Ne bileyim; dindir, milli şuurdur, ulusalcı olabilir, demokrasidir, cumhuriyetçiliktir, soldur, sosyalizmdir, ütopyadır, felsefi bir gelenektir... Her halükarda, "vicdan" ile bir alışveriş varsayılır. Lafa ve mangallara, küllere bakarsanız; bunlar kafi miktarda mevcut. Ama aynı zamanda çoğu hırsız, ahlaksız, kaçakçı, yalancı, sahtekar; ne milletiyle dayanışmaya, ne devletiyle sosyalleşmeye, ne vicdanıyla hesaplaşmaya, ne inancıyla helalleşmeye giriyor. Çalıyorlar ve sonra... uyduruk vergi beyanının mürekkebi henüz kurumadan, ülkenin ortak bekasından kaçırdıklarının günahı boyunlarında; karşınıza "çok kutsal değerler"le, üstelik en cazgır biçimde çıkıveriyorlar. Sokakta, mahallede, kahvede, işyerinde, camide, meydanda ve elbette siyasetin, hatta iktidarın orta yerinde. En hafifinden "Vatan sağ olsun"; en şiddetlisinden, mesela, "ya sev, ya terk et" diyebiliyorlar. Asıl ikiyüzlülük bu. Bir okurun, Pınar Hanım'ın deyişiyle, "Vicdansız ve açgözlü olma şartı var" sanki. İnanın esas mesele; aslında yürekten, içten, vicdani hiçbir sağlam değeri olmayanların, karşımızda, karşınızda, aramızda ve bazen, siz, bizzat kendiniz olarak, kutsal ve dünyevi birçok değerin yılmaz ve kaskatı savunucusu kılığında tezahürü. Bunlar üstelik kahredici bir gerçeklik olan yoksullukla da alay ediyorlar, kendilerini yoksulmuş gibi göstererek. Yok yahu böyle milliyetçilik, vatanseverlik, Atatürkçülük, devlet-millet aşkı, demokratlık, cumhuriyetçilik, sosyal demokratlık, dindarlık, muhafazarlık, ahlak falan filan. Önce vergi tabelası, sonra nutuk; tamam mı!
|