|
Tiyatromuz neler gördü neler yaşadı
|
|
Mehmet Karaca'dan Ali Sururi'ye kadar yıllarını sahnelere veren usta tiyatrocuların kendi ağızlarından anıları okurlardan o kadar büyük ilgi gördü ki bu hafta da devam ediyoruz
İki hafta önce, artık aramızda olmayan tiyatro ustalarımızın kendilerinden dinlediğim bazı sahne anılarını aktarmıştım. O anılar sadece tiyatro alanında renkler içermiyor, yakın tarihimizin Türkiye'sinden ilginç ayrıntılar da yansıtıyordu. Anıların sürdürülmesi yolunda öylesine çok "okur isteği" aldım ki, bu haftaki köşemizi yine bu konuya ayırmadan edemedim. İşte ustaların anılarından bir demet daha. Kendi ağızlarından:
CELAL SURURİ: "Kaymakamın emriyle..." Anadolu turnesindeydik. Ne oynarız biz? Komedi. Oyunumuz nereye gitsek kıyameti koparıyor, seyircileri kahkahaya boğuyordu. Şimdi neresi olduğunu unuttum, bir kazaya geldik. Başta kaymakam, kazanın ileri gelenleri bizi karşıladılar. Kalacağımız otele götürdüler. Gece oyundan sonra bizim için bir ziyafet verileceğini bildirip ayrıldılar. Oynayacağımız sinemaya gittik. Salon tıklım tıklım. Tek kişilik boş yer yok. Millet ayakta... Neyse, oyuna başladık. Bir dakika, üç dakika, beş dakika. Salonda çıt yok. Sinek uçsa vızıltısı duyulacak. Kimse gülmüyor. İlk perdeyi ölüm sessizliği içinde oynadık. İkinci, üçüncü perdeler de öyle. Ama oyun bitince öyle bir alkış koptu ki, şaşırdık kaldık. Oyundan sonra sahne arkasına gelen sinema sahibine, "Kimse gülmedi," dedik. "Herhalde beğenmediler." "Beğenmez olurlar mı!" dedi sinemacı. "Bayıldılar. Sondaki alkışı görmediniz mi!" Neden gülmediklerini de açıkladı. Meğer kaymakam bir gece önce halkı toplamış, "Bakın," demiş, "yarın tiyatrocular geliyor. Tiyatro ciddi bir iştir. Katiyen gülmeyeceksiniz. Ayıp olur. Gülenin canına okurum!" Bizim seyirciler de ne yapsınlar! Emir büyük yerden... Oyunu dudaklarını ısıra ısıra izlemişler.
ALİ SURURİ: "Paranın üstü" Eski Fransız Tiyatrosu'nda oynuyorduk (şimdi Ortaoyuncular'ın bulunduğu salonda). Yunan primadonnası Zozo Dalmas da aramızdaydı. Ben tenordum. Tenordum ya, iş tenorlukla bitmiyordu. Tiyatronun teknik işleriyle de uğraşıyordum. O yüzden, her gün oyundan iki saat önce geliyordum tiyatroya. Bir gün yine erkenden geldim. Az şekerli bir kahve söyledim kahveciye. Kahvemi içip beş lira verdim. İki saat geçti; oyun başladı. İkinci perdenin ortalarında Zozo'yla bir aşk sahnemiz var. Onu oynuyoruz. Ben tenor, o primadonna. Karşı karşıya geçmiş, içli bir aşk şarkısı söylüyoruz... Şarkının tam ortasında omzuma bir el dokundu. Dönüp baktım: Kahveci. Elindeki bir sürü bozukluğu uzattı. "Al ağabey," dedi, "beş liranın üstünü getirdim."
MUZAFFER HEPGÜLER: "Oyuna gecikince..." İstanbul Tiyatrosu'yla İzmir turnesindeyiz. Fuar bahçesinde oynuyoruz. Bir gece "Vali oyunu seyredecek" dediler. Hoşumuza gitti tabii. İlk sırayı valiye, ailesine ve maiyetine ayırdık. Oyun saati geldi çattı. Vali yok. Beş dakika, on dakika bekledik. Seyirci başladı alkışlamaya, tempo tutmaya. Neden sonra, yirmi dakika gecikmeyle vali ve yanındakiler teşrif ettiler. Perdeyi açtık. Oyundan sonra vali kulise geldi. Geciktiği, bizi de seyircileri de beklettiği için özür dilemeye bile gerek görmedi. Gülerek, "Hani siz tiyatrocular Atatürk'ü bile beklemeden perdenizi açmışsınız," dedi. "Beni niye beklediniz?" Celal Bey dayanamadı, "Beyefendi," diye gürledi, "O Atatürk'tü. Sanata da sanatkara da hürmeti vardı. Kendisinin beklenmemesini, perdenin tam zamanında açılmasını anlardı. Bunun için tiyatrocuları bir de tebrik ederdi. Şimdi onun gibi devlet adamları nerede? Kimbilir, ne kompleksler içindedirler. Hürmet, tebrik bir yana, bir de başımıza çorap örerler."
AZİZ BASMACI: "Ne farkeder!" Ses Tiyatrosu'nda oynuyorduk. Başrolde ben vardım. Gişecimiz bir gün, "Aziz Bey," dedi, "bilet almaya gelen herkes sizi soruyor. 'Bu gece Aziz Basmacı da oynuyor mu?' diyor. Ben, 'Evet,' dersem bilet alıyor." Çok hoşuma gitti bu. Gişeciye, "Şöyle senin arkanda bir yere gizleneyim," dedim. "Yine beni soran olursa, 'Bu gece oynamıyor. Hasta. Onun yerine bir başkası oynayacak,' dersin. Bakalım ne yapacaklar?" Gişede bir yere gizlenip başladım beklemeye. Biraz sonra bir adam geldi. Gişeciye, "Aziz Basmacı bu gece oynuyor mu?" diye sordu. Gişeci, "Hayır, beyefendi, Aziz Bey bu gece oynamıyor. Rahatsız. Yerine başkası oynayacak," dedi. Adam bir an düşündükten sonra parasını uzattı: "Peki kızım, ver bana yedi bilet."
ORHAN KEMAL: "Ben de sahneye çıktım" Bu anı bir oyuncudan değil, bir yazardan. Orhan Kemal'den. Orhan Ağabey, seyretmek için bile tiyatroya kırk yılda bir giderdi. İspinozlar oyunu sahnelenirken, kendini tiyatrocular arasında buluvermişti. Artık Ulvi Uraz'ın Aksaray'daki tiyatrosunun kulisine sık sık uğruyordu. O günlerden birinde, bir sabah Meserret kahvesinde karşılaştık. "Bil bakalım ne oldu dün gece?" dedi. "Ne oldu?" diye sordum. "Sahneye çıktım," dedi. Sonra ekledi: "Bu gece de çıkıyorum. İstersen gel seyret de gözün oyuncu görsün!" Gerisini onun ağzından aktarıyorum: Haftalık telif hakkımı almak için Ulvi Bey'e uğramıştım. Akşama doğruydu. Ulvi Bey, "Ben de seni arıyordum," dedi. "Hayrola?" dedim. "Bu gece sahneye çıkacaksın. Oyunculardan biri gelemiyor. Oyunu da en iyi sen bildiğine göre, onun rolünü sen oynayacaksın." Oyunculuk kim, ben kim! Ama gel de Ulvi Bey'e anlat bakalım. Dinlemedi bile. Ne yapacağımı söyledi. "Merak etme, biz idare ederiz," dedi. Biraz sonra kendimi sahnede buldum. Buldum ama heyecandan ağzımı bile açamıyorum ki! Neyse, durumu gerçekten ustalıkla idare ettiler. Oyundan sonra telif hakkımı ödedi Ulvi Bey. Teşekkür ettim. "Dur bakalım," dedi. "Bir de yevmiyen var. Onu da vereyim." "Ne yevmiyesi?" dedim. "Oyunculuk ücretin." Güldüm. "Aman, Ulvi Bey," dedim, "o da benden olsun!"
|