Mağdur olmanın dayanılmaz çekiciliği!
Bu ülkede haklı olabilmek, hakkını savunabilmek için, önce haksızlığa uğramak şart olarak görülüyor. Aslında bu ülkenin de değil, Şark toplumlarının ortak özelliği bu. Kimse haksız duruma düşmeden, baş kaldırmıyor; başını dik tutmuyor. Göğsünü gere gere haklı ve güçlü olduğunu söyleyemiyor. Mağdur olduğunu düşünenin, mağdur edildiğini zannedenin sesi ötekilerden daha güçlü çıkıyor. Hırs basıyor. Gözleri çakmak çakmak oluyor, yumrukları sıkılıyor. Söz gelimi... Bir futbol maçında, takımı gerçek bir üstünlük kurmuşken ve "hak"kıyla galibiyet kazanırken atılan bir golün sevinci; olgun, ölçülü ve mağrur bir sevinçle kutlanıyor. Ama... Eğer o gol, haksızlığa uğradığını düşündükleri dakikalardan sonra geldiyse, sevinç gösterisi çılgın bir "isteri"ye dönüşüyor. Tribünlerin öfke kreşendosu yükseliyor. Kabul edilmeli ki; böylesi aslında herkesin daha çok hoşuna gidiyor. (Geçenlerde ekranlara da yansıdı böyle bir taraftar kızın portresi. Oysa, haksızlığa filan uğradıkları yoktu. Ortada o an fark etmedikleri bir kandırmaca vardı. Ama önemli değildi, önemli olan haksızlığa uğradığına inanılmasıydı. Mağdur olmanın dayanılmaz çekiciliği, ruhların insani ihtiraslarını besliyordu.) Öteki takımların taraftarlarına da yabancı bir duygu değildi bu. Onlar da anlıyordu bu ruh halini. Çünkü kendi tribünlerinde de yaşanıyordu aynı durum sıkça. Ya da bir başka takımın futbolcuları, olağan zamanda belki oynamayacakları futbolu, özlük hakları açısından "mağdur" edildikleri duygusuyla en üst noktaya çıkarıyordu. Veya şampiyonluk yarışı kızışırken; sahada, gerçekten de var olan gücünü ortaya koyarak "haklı" bir üstünlük sağlamak yerine muhtelif "haksızlık" halleri ve mağduriyet sebepleri yaratılıyordu. Futbol örnek bir laboratuvardı pek çok toplumsal olayı analiz etmek için... Hayatın başka alanlarında olup bitenleri anlamamızı kolaylaştırıyordu.
Hayatın başka alanları? Siyasal, sosyal, iktisadi, kültürel, bireysel her çıkar çatışmasında ve her üstünlük atışmasında; haklı sayılabilmenin yolu, önce "haksız" lığa uğruyor olmaktan ya da öyle görünmektengeçiyordu. Siyasette, ailede, okulda, işyerinde, her yerde... Sadece haklı olmak ve "sadece ve zaten" haklı olduğu için "ses"ini yükseltmek ve sesini duyurmak mümkün olmuyordu. Belki hâlâ örnek görmek, "misal dinlemek" isteyenler de olabilir. İçinde yaşadığımız zamanın "siyasi-iktisadi" olaylarına hiç girmeden; sonucu sınanmış "yakın tarih" vakalarına bakabiliriz. Bir belediye başkanının; sadece şiir okuduğu için cezaevine gönderilerek yol açılan gerçek bir "mağduriyet" in ve "haksızlık" halinin; sonradan nasıl bir "siyasal zafere tahvil" edildiğini hatırlamayan var mı? Bu mağduriyet hali yaşanmadan da "hak"lı ve zaten "güç"lü olup olmadığı; "hak" edip etmediği ayrı konudur ve bu yazının işi değildir. Yazının ve gündemin konusu "mağdur olmanın dayanılmaz çekiciliği"dir.
Bizim gündemimize nereden geldiğini sorarsanız söyleyelim. Ekrandaki bir gece yarısı konuğunun unutulmaz şarkılarından... Orhan Gencebay'ı ve şarkılarını artık bu ülkenin "kırk yıllık" ezici çoğunluğunun "fena" halde sevdiğini biliyoruz. Artık bu müziğin; Arap müziği esintili arabesk tarzında olmadığını müzik otoriteleri; sadece varoşların ve kırsalın ezgileri olmadığını ve kentlere ve kentlilere dair bir olgu olduğunu da sosyologlar kabul ediyor. Öyleyse ne? Çekicilik; müziğin ve sözlerinin içinde "insana dair" yaygın bir "haksızlık" psikolojisinin karşılanmasında... O ya da bu toplumsal gruba, siyasal kitleye, farklı renklerin mücadelesine filan gitmeden; hayli kişisel maceralarınıza ve ruh halinize oturmadığını söylemeyin sakın... Hiç değilse hayatınızın bir döneminde: "Hor görme garibi, ne derdi vardır... O garip halinde ne sırlar gizli, onu bu hallere bir koyan vardır!" dediğinizi hatırlayın. Yükü ille de birine yıktığınızı yani... "Hor görülmeme" talebi yerine; kendi halinizi "hoş" görmeyi bir türlü beceremediğinizi...
|