Kürt sorunu-2
Dünkü yazımızda Kürt sorununun PKK ile başlamadığı, en azından yüz yıllık bir arka planı olduğuna değinmiştik. Bununla birlikte, 12 Eylül 1980'in Kürt Sorunu'nda bir kırılma noktası oluşturduğunu söyleyebiliriz. O güne kadar geleneksel (BarzaniTalabani uzantısı olarak Kürt milliyetçiliği) Kürt hareketleri ekseninde kendine faaliyet alanı yaratan Kürt örgütleri yerine, 1980'den itibaren PKK olgusu ön plana çıktı. PKK diğer Kürt örgütleri gibi referansını, mensubiyetini geleneksel Kürt hareketlerine değil, temel olarak Türk sol hareketlerine, özel olarak da Mahir Çayan etkisine dayandırmıştı. Zaten PKK'nın kurucu kadroları Mahir Çayan sempatizanı örgütlerde yer almış, çoğunlukla Kürt değil, Türk kökenli kişilerdi. Kürt kökenli olanlar da Kürtçe bilmiyorlardı. (Aslında bir paradoks olarak bu durum bugüne kadar da devam etti. Türkçe, yönetici kadroları dahil, PKK'nın temel iletişim dili olarak etkisini halen de sürdürüyor.) Bu durumun bir sonucu olarak, 1980 öncesinde PKK Kürtler arasında sınırlı ve marjinal bir etkiye sahipti. Fakat 12 Eylül yönetiminin Kürtler üzerinde ve özellikle Diyarbakır Cezaevi'nde yürüttüğü sistematik işkence, aşağılayıcı muamele ve Kürtçe konuşma yasağı örgütler arasındaki en radikal grup olan PKK'ya yönelim başlattı. Liderleri dahil, önemli kadroları 12 Eylül öncesinde yurtdışına çıkmış olan PKK, Ortadoğu'da kurduğu ilişkilerle kendisine yönelmeye başlayan kitleyi bir gerilla örgütlenmesi haline dönüştürdü. PKK, 1984'ten itibaren Mahir Çayan'ın "Politikleşmiş Askeri Savaş Strateji" doğrultusunda "silahlı mücadele" başlatarak bölgedeki tek etkili Kürt örgütü oldu. Kuruluşunda bölgeyi "devletlerarası sömürge Kürdistan", Kürtleri "sömürge ve ezilen ulus", yürüttükleri mücadeleyi "ulusal kurtuluş savaşı", nihai hedeflerini de "bağımsız, sosyalist, birleşik Kürdistan" olarak belirleyen ve ilan eden örgüt, 1999'a kadar bu yolda on binlerce Kürt kökenli mensubunun, binlerce güvenlik görevlisinin hayatlarını kaybetmesine yol açan bir sürecin sorumlusu oldu. 1994'ten itibaren devletin topyekun mücadele konseptini hayata geçirmesiyle askeri anlamda zayıflamaya başlayan örgüt 1999'da liderinin yakalanmasıyla ikinci bir kırılma noktası yaşadı. Özellikle liderlerinin yakalandıktan sonraki beklenmedik ölçüde "teslimiyetçi ve kişiliksiz" tavrının bir sonucu olarak bir dalgalanma yaşayan örgüt ve sempatizanları, liderlerinin mahkemede yaptığı savunmayla yeni bir şok dalgasına maruz kaldı. Daha önce, yukarıda belirttiğimiz tanımların ve hedeflerin tamamen dışında yeni bir Öcalan vardı karşılarında. Artık bağımsız, birleşik, sosyalist Kürdistan yerine, demokratik cumhuriyette birlikte yaşamaktan bahsediyor, eski Kürt isyanlarını aşiretçi, gerici isyanlar olarak reddediyor, daha önce militarist ve sömürgeci olarak nitelediği Mustafa Kemal'i şimdi temel referansı olarak kullanıyor ve tek hedefinin kültürel haklardan ibaret olduğunu söylüyordu. Örgütün kendi mensupları arasında, kendi yayınlarında, kendi örgütsel yapılarında dahi Türkçe'yi kullandığını unutarak, dökülen bu kadar kanın hedefinin Kürt diline haklar tanınması olduğunu söyleyecek kadar çelişkili beyanlarda bulunuyordu. O tarihten başlayarak bugüne kadar örgütün söylemiyle pratiği arasındaki söz konusu paradoks ve çelişki süregeldi. Örgüt ve lideri bir yandan barış, birlikte yaşama, savaşa geçit vermeme gibi sloganları söylem olarak kullanıyor, diğer yandan on bine yakın silahlı gücünü dağlarda ölmek ve öldürmek maksatlı olarak eğitiyordu. Bir yandan amaçlarının demokratik cumhuriyette birlikte yaşamak olduğunu ileri sürüyor, diğer taraftan toplumda birlikte yaşamayı imkansız kılacak, kin ve nefret tohumları ekecek silahlı varlığını ve eylemlerini sürdürüyordu. Sürecek...
|