| |
Hışırlık barometresi
İyice hışırlaşan ortamda, "hangi kelimelerin" kaybolduğunu araştırmak, "hışırlaşma barometresi" gibi bir işe yarayabilir. Ben "tenezzül" kelimesiyle büyüdüm, hatta daha da ötesi eğitildim. "Tenezzül etmek" üzerinden derinleşen o eğitimin özü "çıkar için doğru bulduğundan ayrılmamak" idi. Bir insanın kimliğini "tenezzül etmedikleri" tanımlar da diyebiliriz. Epeydir, tenezzül kelimesini duymuyorum. Sanki tedavülden kalkan bir para birimi... Sanıyorum, şimdiki yarış "tenezzül ettiklerinin" kıyaslanması üstüne... Kelime bundan kayboldu.
"Hışırlık barometresi" için kullanılacak kelimelerden biri de "zarafet" olabilir gibi gelmeye başladı. Zarafet, duyarlı, derin bir incelikle hareket etmek... Herkesin diğerine omuz vurarak öne geçmeye çalıştığı, mesleksizliğin, eğitimsizliğin "kendi kültürünü" yarattığı bir ortamda, zarafet de bizi terk etti. Aslında cumhuriyet, köylü yığınlarını Anadolu'ya hapsederek "yok" saymak yerine, onları sisteme dahil ederek olgunlaştırmış olsaydı, bugün "tenezzül ve zarafet" sözcükleri de hala hayatta olurdu herhalde.
Sistemin uzağında daha doğrusu "varoşlarında" kalmış çaresiz yığınları AK Parti sisteme taşıyarak çok önemli sosyolojik bir işlevi yerine getirmekte... Bir anlamda, İslami duyarlılık taşıyan kitlelerin modernleştirilmesi dönemi... Ancak bu derin bir felsefi arka plan ile desteklenmeyince, çok çabuk çirkinleşmeye de müsait bir durum... Temel ihtiyaçların giderilmediği, bireyin doyumlu bir birikimi olmadan iktidar olduğu durumlarda, görüntüler hızla çarpılmaya başlayabiliyor.
AB istikametinde tarihsel adımlar atan bir iktidar, bir zaman sonra enerjisini "iktidar nimetlerinden" pay alma savaşına dönüştürerek sendelediğinde, "tenezzül" ve "zarafet" kavramlarına ihtiyaç çok daha büyüyor. Sistemin uzaklarında yaşayagelmiş kitleleri, devletin merkezinde bulunduğu sisteme lehimlerken, eski ezikliklerin getirdiği "onlar" ve "biz" ayrımı da fazla vurgulanıyor. Halbuki, devlet örgütü, asla ve asla "onlar ve biz" ayrımına tahammül etmeyecek teknik bir örgütlenme olmak durumunda... Olmazsa ne olur? Çürür ve çökeriz...
Siyasete ve siyasal iktidara böylesine şartlanarak doğal reflekslerini kaybetmiş bir toplum olmasak, sürekli sular altında kalan Edirne'yi soğukkanlı bir aldırmazlıkla izleyebilir miyiz? Edirne halkı devlete neden vergi veriyor? Başta can güvenliği için... Devlet ne yapıyor, elli küsur yıldır bir baraj projesini hayata sokmadığı gibi son zamanlarda iyice hızlanan ve sık tekrarlanan su baskınlarına karşı da aldırmaz bakışlarla duyarsızlaşıyor... Gerçek bir teknik örgüt böylesi bir skandala hiç izin verir mi?
Sanırım, Edirne'deki kadar görünür olmasa da, Merkez Bankası'nın yönetimi konusunda yapılacak zarafet yoksunu ciddi bir hata bir zaman sonra tüm toplumu bir sel felaketiyle karşı karşıya bırakabilir... Toplumsal işbölümü yerine cemaat anlayışına dayalı bir kadrolaşmanın, sağlıklı bir yönetime geçit vermeyeceğini söylemek bile abes... Başarılı olanı görevde tutmak yerine, niteliği yeterli ama kıdemi yetersiz olanı tercih eden, illa ki "bizden" ve "tanıdık" olmaya aşırı vurgu yapan bir refleks, devlet etme sürecinde ihtiyaç duyulan kapsayıcılıkla çelişir... Devlet örgütü, bugüne kadar hep olduğu gibi partizanlığın, teknisyenliğin önüne geçtiği bir çöplüğe döner. Merkez Bankası gibi çok daha yüksek bilgi ve beceri isteyen bir kurumda bile "zarafet" yaşayamazsa, nerede yaşayacak?
Belki de zarafetsizliği de anlamak lazım... Böylesine ihmal edilmiş, becerisiz ve mesleksiz büyük yığınları sisteme dahil etme görevi, kolayından ve kısa zamanda zarafet yaratamaz... Yaratamaz belki ama o zaman da çirkinleşmeyi neyin önleyeceğini düşünmek gerek...
|