|
|
Şehrin zavallı çocukları
Şimdilerde çoğu çocuk dört duvar arasında yaşamak durumunda kaldığından, ebeveynler (özellikle de anneler) vicdan azabıyla kıvranıp duruyorlar. "Bu çocuk ağaçları görmüyor, bu çocuk çiçekleri koklamıyor, cevizi görse tanımayacak, çileği sadece ışıltılı market raflarındaki plastik kutuların içinde görecek... Bir de bunların üstüne, başka çocuklarla dağ tepe koşturmanın keyfini yaşamayacak, köpek kedi beslemeden, bir ağaca tırmanıp da düşmeden, dizi kanamadan, yüzü gözü toz toprak olmadan büyüyüverecek." Başka türlü bir hayat, şehirde yaşayan "şimdiki çocuklar" için mümkün değil. Ben de düşünmeden edemiyorum bugünlerde, otuzlu yaşlarındaki insanlar herhalde son şanslı kuşaktı. "Kaybolmuş kuşak" falan gibi nitelemeleri boş verin, bizim kaybolmuşluğumuz olsa olsa, kimseye sormadan evden çıkıp da bulduğumuz en yakın bahçeye, koruya daldığımızdaki kaybolmuşluktur. Çünkü bizler o dönemde şehirde yaşasak da, dilediğimiz gibi sokaklarda, bahçelerde koşturabiliyor, her an biri bizi kaçırır ve organ mafyasının eline düşeriz diye korkmuyorduk. Ayrıca, sabah vakti evden çıkıp hangi arkadaşımıza gideceğimizi bile söylemeden, saatler sonra üstümüz başımız ağaçlara tırmanmaktan, dut yemekten perişan bir şekilde tam hava kararmak üzereyken eve dönebiliyorduk. Şehirde yaşıyor olsak da ufacık bahçelerde ballıbabanın tadına bakıyor, zakkumları kokluyor, annelerimize papatya, kendimize mine çiçeği topluyorduk. Deprem korkumuz da yoktu, deprem sözcüğüyle ilgili tek bildiğimiz şey bir coğrafya kitabına ait bir tümceydi: "Türkiye üçüncü derecede deprem kuşağında bulunur" gibi bir şeydi bize ezberletilen tümce. Hem sonra, trafik de böyle değildi. Bu derece değildi hava kirliliği de. Okulların önünde uyuşturucu satılmıyordu, biz salçaya bulanmış tost yiyorduk okul çıkışlarında. Yeni çıkmış çağlaya ve sonra da eriğe seviniyor, haftasonları dışarı çıkmaya değil, arkadaşlarımızın evinde kalıp oyun oynamaya, doyasıya gülmeye hazırlanıyorduk. Şimdi "tekin" değil şehir hayatı. Dört duvar arasında büyüyen çocukların anneleri vicdan azabında. "Oyun grupları" bu yüzden son on yılda ortaya çıktı. Kendi evinde dört dönen çocuklar, yaşıtları ve anneleriyle "güvenli" bir ortamda buluşuyor, oyun oynamaya çalışıyorlar. Elbette "yırtık" çocuklar var, hani hemen oynamaya dalan cinsten. Ama çoğu evde bütün marifetlerini gösteren, ortalığı yıkıp geçiren çocuk bu tip buluşmalarda ürkek ve çekingen. Herkes birbirini süzüyor gibi. "Bu çocuk nasıl bir şey?" der gibiler, hem anneler, hem de çocuklar. "Acaba bana zarar verir mi?" Oyun grupları sosyalleşmek için... Doğayla buluşmak içinse haftasonlarınızı üşenmeden planlamanız şart. Koskoca bir şehirde nereye gideceğinizi bulmak kolay değil, yılgınlığa kapılmak mümkün. Kuş gribi nedeniyle kanatlı hayvanlardan uzak durduğunuz uzun bir sürenin ardından şimdi ne yapmalı? Belki en iyisi ufacık balkonlarımızda minik birer bahçe yaratmak önce, çocuklarımıza bahçemizin bir bölümünü ayırmak, onlara görevler vermek, bir bitkinin büyüyüşünü izlemelerini sağlamak. Sonra her daim kaçabildiğimiz kadar kaçmak şehirlerden; bir şelale kenarı, bir dağ eteği, bir çınar gölgesi... Hepsi olur.
ECE ARAR EMENER
|