Kırılma noktası!
Aslında karikatür krizinin bu boyutlara ulaşacağı aylar öncesinden belliydi. Başbakan Erdoğan'ın, Danimarka'ya yaptığı gezi sırasında yapılan karşılıklı açıklamalar "kriz" in habercisiydi. Erdoğan'ın Kopenhag'ta sarf ettiği "ulema" sözcüğünün yarattığı fırtınanın arkasında, asıl önemli "olay" gözlerden kaçtı. Oysa asıl kriz, ne tek başına "AİHM" kararı, ne de sonraki Roj TV olayıydı: Asıl gerginlik sebebi Danimarka basınında yer alan karikatürlerdi. Biz oradaydık. Türkiye ve Danimarka başbakanlarının açıklamalarını yerinde izledik. Olayların başlangıcında "şaşırtıcı" olan, Danimarka Başbakanı'nın tavrıydı. Erdoğan'a deniyordu ki: "Siz buraya aitsiniz... AB'ye aday bir ülkesiniz. Avrupalısınız. Karikatürler konusunda neden Müslüman ülkelerle aynı fotoğrafta yer alıyorsunuz? Bizi onlarla birlik olup protesto etmeniz, aynı bildiriye imza atmanız şık olmadı!" Bu, şu demekti: Danimarka, -en iyimser ihtimalle- karikatürlerin yayınlanmasının bugünkü tepkilere yol açabileceğini öngöremiyordu. Kendi basın ve ifade özgürlüğü standartları içinde "olağan" bir hadise olarak değerlendiriyordu. Aksine, AB ile müzakere sürecini başlatan ve AB değerlerine sahip çıkması istenen Türkiye'nin "protestocu" lar içinde yer alması yakınma konusu oluyordu. Muhtemelen öteki AB liderleri de benzer bir yaklaşım içindeydi.
Belki; Erdoğan, ilk yaptığı uyarıyı daha "keskin" leştirebilirdi. Olayların bugünkü noktaya varacağı anlatılabilirdi. Bir uzlaşma sağlanabilirdi belki de... Ancak; hatırlanacağı gibi, Erdoğan ve Rasmussen'in konuyla ilgili yapacağı ortak basın toplantısına Roj TV muhabirinin "alınması", bu toplantının yapılmasını imkansız kıldı. Bu sefer de Roj TV krizi öne çıktı ve Başbakan planlanandan önce Ankara'ya döndü. Yani... Hem AİHM kararı, hem Danimarka'daki gelişmeler; Erdoğan'la AB arasındaki ilişkilerde "kırılma" ya yol açtı. Tam da müzakere sürecinin başlangıcında... AB ile rutin süreç işledi ama siyasi düzlemdeki "temaslar" eski sıcaklığında olmadı. Bu çok önemli bir "kırılma" ydı aslında... Çünkü bugün yaşanan ve giderek şiddet boyutu tırmanan olayları önleyebilecek ülke; ne Suudi Arabistan, ne İran, ne Pakistan olabilirdi... Bu ülke Türkiye'den başkası değildi... AB içinde Türkiye'nin üyeliğine sıcak bakanların Türkiye'ye biçtiği görev, medeniyetler arası buluşmanın sağlanmasında oynayacağı "etkin" roldü. Ancak Kopenhag gezisinden sonra, Türkiye'nin bu rolü oynayabilmesinin somut koşulları -kısmen- ortadan kalktı. Evet, bir "kırıklık" hali yaşandı karşılıklı...
Vakit yine de geçmiş değildi. Türkiye bulunduğu "köprü" de; iki tarafa sağduyu ve soğukkanlılık çağrısını hâlâ etkin biçimde yapabilirdi. Batılı liderlerin, inançlara yapılan bu saldırıdan ötürü açıkça "özür" dilemesini ve geri adım atmasını sağlayabilir; karşılığında İslam dünyasından "itidal" isteyebilirdi. Tam bu noktada Trabzon'daki saldırı meydana geldi. Gözlerden kaçan şuydu: Bu menfur olay, yalnızca Türkiye'yi sıkıntıya sokmadı. Aynı zamanda ve ondan daha önemli olarak Türkiye'nin bundan sonra oynayabileceği etkin rolün önüne set çekti. Özetle; gelişmelerde Türkiye'nin oynayabileceği "olumlu rol" açısından, konjonktür, hep "olumsuz" seyretti.
Avrupa tepkiye yol açacağını bile bile; İslam'ın "kutsal" larına saldırıya neden göz yumdu? İfade özgürlüğü gerekçesi inandırıcı olabilir miydi? İran'a müdahale konuşulurken; İslam dünyasıyla gerginlik ikliminin ABD ve İngiltere'den öteki Avrupa ülkelerine sıçramasından kim çıkar sağlayabilirdi? Karşı tarafta da, olağan bir tepkinin sınırlarını zorlayarak şiddetin tırmanmasını ve cinayetlere varmasını kim ya da kimler isteyebilirdi? Bu sorular ortada duruyor. Kuşkular da... Dileğimiz sağduyunun bir an önce hakim olması... Sağduyu bir an önce hakim olmalı. Karşılıklı provokasyonlar etkisiz kılınmalı. Türkiye bütün yol kazalarına rağmen, medeniyetler buluşmasının öncü rolünden vazgeçmemeli. Başka yolu yok!
|