Kahkaha ve ciddiyet
Fotoğraf güzeldi. Hani sık sık denir ya, "özlenen tablo" diye. Tam dendiği biçimde, yani "uzlaşma, hoşgörü, anlayış" gibi zorlama, yapay tatlandırıcı manasında değil de, tatlıydı yine de. Hürriyet'te Hasan Tüfekçi imzalıydı Cumhurbaşkanı, Başbakan ve ana muhalefet lideri, aynı masada, tüm içtenlikleriyle, birbirlerine bakarak ve hep birlikte "kahkaha" atıyorlardı. Bir espri yapılmıştı ve o gergin yüzlerin, soğuk açıklamaların, sert bildirilerin adamları, dizginlenmiş hatlarını koyvermiş, prangalı gırtlaklarını serbest bırakmış, karşısındakine genellikle içten değil, "içten pazarlıklı" bakmaya şartlanmış gözleri çocuklaştırmış, gençleştirmiş, belki çok olgunlaştırmış... "Kahkaha" atıyorlardı. Birlik, beraberlik, şunluk, bunluk zoraki tabloları bir yana, birlikte kahkaha atabilmenin umarım tadına varıyorlardı. Güzel manzaraydı, güzel fotoğraftı, kahkaha güzeldi. Ben işte bugün tam buradan devam edecekken "kahkaha" ya ve genellikle asık suratlı şu köşeye kahkahalar katacakken, "acı haber"i aldım.
M. Ali Ağca'nın kardeşi, ağabeyi tekrar içeri girer girmez açıklama yapmış, "abisi ile röportaj için para veren gazeteciler" arasında beni de zikretmişti. Hafıza, arşiv, hatırlama derken, eski film şeridi geçti: Benimle ilgili bölüm, 1992 sonbaharı ile 1994 sonu arasında Milliyet'te genel yayın yönetmenliği yaptığım dönemdi. 35-36 yaşlarındaydım. Kendim İtalya'ya gidip Ağca ile röportaj yapma isteğinde ve konumunda da değildim. Öyle bir şey de olmadı. Ama "kıdemli muhabir" arkadaşlarımızdan Rafet Ballı, yayın yönetmeni değil, yazı işleri müdürü olduğum dönemde, 10 Haziran 1990'dan itibaren Ağca ile cezaevinde yaptığı görüşmeleri Milliyet'te yayınlamış, kardeşiyle fotoğrafları da gazetede çıkmıştı. Ben yönetmenken, Ballı yine böyle bir işin peşine düşmüş, Ağca' nın kardeşi ve "eski ülkücülerden" bir avukatla temas kurmuş, yanılmıyorsam gidip gelmiş ve sonunda "Ağca'nın İtalyanca anıları"nın yayın hakkını almayı istemişti. Hatırladığım kadarıyla mesele sadece Ağca ile görüşmek değil, onun pek bir şey söylemeyeceği az çok tahmin edilse de, başka görüşmeler ve bağlantılar yoluyla, "İpekçi cinayeti"nin perde arkasına doğru gidebilmekti. Rafet Ballı gitti, geldi, yazdı, o kitabın yayın hakkı Milliyet'in oldu; 20 Haziran 1994'te dizi yapmışız bunları. Elbette bu gidiş gelişlerin bedeli ile kitabın yayın hakkı için gereken para müessese tarafından ödendi. Dün rica ettim, Milliyet muhasebesi onları çıkarabilirse çıkaracaktı. Büyük meblağ olması, Milliyet'in o zamanki ölçüleri ile benimkiler çerçevesinde zaten pek mümkün değildi. Sonuçta ne çıktı derseniz, "cinayetin perde arkası" yine perde arkasında.
Lakin, "etikçi" diye biliniyorum ya, şimdi kimisi belki haklı olarak, kimisi de akbaba sıfatıyla "tetikçi"ye para verme meselesini üstüme fırlattı. 1. Kendim, kendi imzamla haberröportaj yapmak için hiç kimseye para vermedim. 2. Gazetenin kıdemli bir muhabirine, gazete muhasebesinden bir para tahsis edildi: O paradan "tetikçinin kardeşi"nin yol vesair masrafları ile kitabın yayın hakkı da ödenmiştir. 3. O gazetenin Milliyet olması, yani "Abdi Bey'in gazetesi" olması, gerçeğin peşine düşme çabalarından muaf kılmaz. Yani, gerekirse "katil"le de görüşülür. Kaldı ki, katille, bir yargı süreci sonunda bir ceza çekerken görüşülmesi söz konusuydu. Kaçakken, gizlenirken değil. Aksi mantık, yani "kana kan, intikam" diye düşünenler, tetikçi tutup vurdurmamızı mı isterdi? 4. Tabii ki, 1994 sonunda genel yayın yönetmenliğinden istifamın ardından öğrendiklerim, düşündüklerim, sorguladıklarım, aştıklarım, yaşım başım sonucunda bugün belki o kadar "cevval" olmayabilirdim aynı haber için. 5. O dönemin cevvalliği ile, bunu kendi yetenekleri ve emekleriyle paylaşan her Milliyet mensubuyla ise hep gurur duydum. "Abdi Bey'in gazetesi"nde hakikaten bağımsız ve hakiki atak gazetecilik yapabilmekle duyduğum gurur. Arşivde sadece "Ağca haberi" yok. "Başbakan'ın ABD'deki serveti", "Temiz Toplum kampanyası ve haberleri" gibi çok sayıda ve çok ciddi gazetecilik örnekleri ile topladıkları onca ödül de var. 6. Bazı insanlar vardır ki, bana bugün "Ya Umur, o gün bile o adamla röportaj peşine düşüp bu işe para harcamayacaktınız" dese, saygıyla dinler ve yeniden düşünürüm. Ama öyle adamlar var ki, bugün leş kargası gibi dişlemeye kalktıklarında, kişiliksiz, boynu eğik, sözde cesur görünüp yalak, yamak yaptıkları, sansürlü, özürlü, menfaatçi, tetikçi gazeteciliği hatırladıkça, en azından yere tükürürüm. 7. Kahkahasız bitirirken özetleyeyim: Burada "Ağca'nın derin bağlantıları, cezaevinden kaçırılışı" üstüne onca yazıdan sonra, kardeşinin "bize para verdi" diye adımı geçirmesinin derin manası var mı, bilmiyorum. Ama, yukarıda söylediğim gibi, kardeşinin de bulunduğu durumlarda Milliyet öncelikle kendi muhabirini finanse etmişti. Öyle 100 bin dolar filan değil elbette. O zamanki genel yayın yönetmeni ise, bunu kendi imzasıyla manşet atıp şöhretini arttırmak için yapmamıştı! Gençti belki ama o kadar adi değildi!
|