Mesele!
Türkiye'nin meseleleri öncelik sırasına konabilir mi? Güneydoğu'da artan gerilimin, türban krizinden önemli olduğu; ya da AB sürecinde yaşanan kilitlenmenin, ekonomideki sorunlardan daha düşündürücü olduğu söylenebilir mi? Eğer, asıl önemli olan sorunlar bunlarsa; "alt tarafı bir futbol maçı" denilip geçilebilecek bir "olay" neden hepsinin önüne geçip herkesin oturma odalarının tartışma konusu olabiliyor öyleyse? Sonuncusundan başlayalım: Evet, Almanya'da yapılacak olması açısından çok anlamlıydı Türkiye'nin Dünya Kupası'na katılması.. Olsaydı iyi olurdu. Ama olmadı. Türkiye ile birlikte; en az Türkiye kadar "futbola tutkulu" başka ülkeler de Almanya macerasının dışında kaldı. Merak ediyorum, doksan dakikalık bir "oyun" un öncesinde, sonrasında; bu kadar "kıyamet" koparan başka bir ülke oldu mu? Son Avrupa Şampiyonu Yunanistan da yok Almanya'da; Latinlerin "ağır makinesi" Uruguay da.. Şemdinli, türban, AB sorunsalı filan da yok hiçbirinin.. Ama yine de futbolla yatıp kalkmıyorlar. Şu bizim son maç, şu dakikalarda sokaktaki İsviçrelinin umurunda mı acep? Kazandıklarını filan unuttular gitti. Şimdi, sokaklarda akşamları, erkenden yakılan Noel ışıklarının altında, bir oyunluk değil; daha uzun vadeli saadetlerin iç aydınlığındadırlar.
Bizim derdimiz çok ne yazık ki.. Güneydoğu'da alarm zilleri çalıyor. O seslerin, bütün sesleri bastırması gerekiyor. Bastırıyor mu gerçekten? Başa dönelim: Sorunları kategorize etmeli mi? Genelde Milli Güvenlik Kurulu'nun çalışma yöntemidir "öncelikler" le hareket etmek.. "Öncelikli tehdit" sıralaması yaparak yola çıkmak. Belki doğrusu odur, kim bilir. Lakin, sokaktaki adamın ve onun peşindeki medyanın öncelikleri her zaman "yetkili organlar" la aynı olmayabiliyor. Bazen bir tek cümle, birkaç kelime belirleyebiliyor "kriz gündemi" ni.. Bazen Cumhurbaşkanının, bazen bir yargı organı başkanının, bazen yüksek rütbeli bir komutanın, bazen bir bakanın uzun bir söylev içindeki sözcükleri gündemin kaderini çiziveriyor. Ama, en çok da Başbakanın.. Çünkü doğal olarak, yürütmenin "baş" ındaki Başbakan; en çok toplantılara katılan, en çok görüşmelerde bulunan, kendisine en çok soru sorulan ve sorulara en çok yanıt veren insan olarak, "çok şey" söylüyor. En çok "o" konuşuyor. Buraya kadar yadırganacak bir şey yok. Açık toplumlarda "susan" başbakan olmaz! Konumu gereği, pek çok platformda konuşması gereken başbakan, yalnızca konuşmuyor elbette.. Yürütmenin başı olarak ta işleri o yürütüyor. Soru şu: Sözlerle işler arasında "soru işaretleri" doğarsa, hangisine bakılacak? Hüküm hangisiyle verilecek? "Türban ve ulema" çerçevesinde kopan kıyamette, gözlerden kaçan neydi? Başbakan, pek çok kesimde "haklı olarak" çok tartışılan sözlerinden birkaç saniye önce ne dedi? "Karara saygılı olsanız da, olmasanız da; o İŞ BİTMİŞTİR, o ayrı.. Özgürlükler noktasında doğru bulmam. Ama AİHM kararına uyarım!" "Ulema" polemiği, belli ki Tayyip Erdoğan'ın "kişisel" düşünceleri olarak dile getirilmiş, hatta sözlerine kendi kişisel geçmişindeki "mürekkep yalamış" lığı referans gösterilmiştir. Bir Başbakan'ın "ayrıca" kişisel düşüncesi olabilir mi? Bunu dile getirebilir mi? Bu tartışılabilir. Ama, Başbakanın; "yürütmenin başı olarak AİHM kararı karşısındaki fiili" tartışılmaz: O eylem; o karara uymak ve "işin bittiği" ni ilan etmek şeklinde gerçekleşmiştir. Tartışmaların bu bağlam içinde yapılması daha sağlıklı olmaz mı? Öte yandan, nedense çok fazla dikkate alınmasa da; kamuoyuna "düzeltme" olarak bir "Başbakanlık" açıklaması gönderilmiş olması bile; aslında "düşünceyle eylem" farkının altını çizmiş olması açısından önemli sayılmaz mı? Ayrıca... Ne söylendiğine bakıldığına kadar; o sözlerin ne zaman, nerede söylendiğine de bakılmaz mı? Türkiye'nin "öncelikli, acil, yaşamsal" meseleleri, kelimelerin gümbürtüsünden kurtarılamaz mı? O zaman Şemdinli'den gelen seslerin "havai fişek" gösterisi olmadığı anlaşılamaz mı?
|