Okul günleri-2
Dizi-yazı'nın ikinci bölümü çok merak edildi, gelen mesajlardan anlıyorum. Merak edilecek ne vardı ki? Polisiye bir gerilim öyküsü yazmamıştım ki, ikinci bölümde neler olacağı beklensin! İlk yazı şöyle bitiyordu: "Zil çaldı... Ders başlıyordu!" Evet, zil sesinden sonra başlayan bir derste merak edilecek ne olabilirdi ki? Anladım ki çok şey vardı. "Sınıf arkadaşlarım" sıralarında otururken dışarıdan nasıl göründüklerini; ama daha önemlisi dışarıda kalanlar,artık kendileri için çoook uzaklarda kalan bir "mazi" de, şimdi neler yaşandığını merak ediyorlardı, anlamıştım. İkinci gruptakilerin duyguları, sıradan bir merak gidermenin ötesindeydi. Kendileri için "çook" uzaklarda kalan bir mazi mi? Yoksa,bir daha asla yaşanamayacak ve geri dönülemeyecek "zaman" lar mı? Belki de içten bir içe bir öykünme, hayıflanma belki de... Ben; döndüm... Hayır,gençleşmek, gençliğime dönmek filan değil mesele... Hayır, bu mümkün değil... Ben elbette hâlâ şimdiki yaşındayım... Lakin, 1970'lerin başındayım. İnsanın yaşadığı zamanı, yaşadığı koşullar belirler, öyle değil mi? Yazının sonunda bu bahse yeniden döneceğim... Ama ... Nerede kalmıştık? Evet... Zil çaldı, ders başlıyordu...
Başladı... "5 numaralı amfi", dört yüz öğrenciden fazlasını alıyordu... Sıraların büyük bölümü doluydu. (Öğrenciliğimin yanı sıra, bir yandan da vakıf üniversitelerinde ders verdiğim için aradaki fark dikkat çekiciydi... Ne zamandır bu kadar kalabalık bir sınıfta bulunmamıştım.) Ancak daha önemli olan, bu kadar kalabalık bir sınıfta yoklama yapmanın imkansızlığına rağmen; herkesin yoklama yapılacakmış gibi, tam ders saatinde yerlerini almalarıydı. Üstelik, kürsüdeki hocayı, çıt çıkarmadan dikkatle izliyor ve durmadan not alıyorlardı. İlk hafta kaloriferler yanmamıştı... Hava gerçi iyiydi ama, geçen yıl ki ısınma problemlerini hatırladıklarından herkeste bir tedirginlik vardı. Ancak, havaların iyice soğuduğu dün sabah "5 numaralı amfi" haddinden fazla sıcaktı. İstanbul'u beklediği söylenen "çetin kış"a dair haberler düşünüldüldüğünde bu durum iyiye işaretti. "Beş dakika ara" zili çaldığında koridorlarda yaptığımız sohbetler, ders kitapları kadar derslerde tutulan notların da ne kadar önemli olduğunu ortaya koyuyordu. (Bunun çaresini bulmam gerekiyordu... Lakin, sınıf arkadaşlarım da yardımcı olacaklarını söylediler... Oluyorlar da... Yaşasın!..) Koridorlar... Daha ilk gün, ilk ders arasında... İstanbul Üniversitesi için "olmaması" eksiklik sayılacak "durum"la da karşılaştım işte: Bir kaç öğrenci ellerindeki bildirileri uzattılar. Sevdikleri hocalardan Hüseyin Hatemi'nin "emekliye ayrılmaması" için imza topluyorlarmış. "Yahu, daha okula adım atalı bir saat olmadı, imzayla başlamayalım!" dedim. Güldüler... Sonra yine gelecekler... Ertesi gün koridorda Hatemi Hoca'ya rastladım... İmza işini anlattım... O da güldü... "Siz yeniden başladınız, ben bu sene mezun oluyorum" dedi. Söz verdim, o "tek"lerin hocası, ben "çift"im ama bir dersini mutlaka izleyeceğim. Ama, ben "hoca" larımdan memnunum... 35 yıl önce de, bugün de...
Hocalarım? Yıl 1970... Anayasa'da Tarık Zafer Tunaya, Ceza'da Sulhi Dönmezer, İktisat'ta İdris Küçükömer ve Medeni'de "hocaların hocası" Hıfzı Veldet Velidedeoğlu... Yalnızca üniversite kürsülerine değil, Türkiye'nin bilim tarihine adlarını silinmez harflerle yazan bu "efsane hocalar"dan bir kaç sözcük olsun duymuş olmak ne ölçüsüz bir mutluluk, ne büyük bir şans... Hele Velidedeoğlu... Boynuna taktığı özel bir mikrofon sistemiyle kürsüyü boydan boya dolaşarak tadına doyulmaz dersler anlatan beyaz yeleli yetmişlik delikanlı... Kürsüler, aynı kürsüydü... O kürsülere bakıyordum ki... Bizim sınıftaki çocuklardan biri geldi... Belki de hepsinin merak ettiği soruyu sordu: "Bizimle olmanız çok güzel, çok sevindik... Ama neden yeniden başladınız? Bitirince ne yapacaksınız? Hatta, bitirebilecek misiniz?" Bu sorunun cevabını ve hayata dair başka "cevaplar"ı da yazacaktık ama, yerimiz tükendi işte... Lakin... Devam edecek!..
|