Tavuskuşumu istiyorum
Ramazan ayında iki minare arasına yazı yazma geleneği olan mahya İstanbul doğumludur. İslam kültürünü yaşayan kentler arasında İstanbul'a özgü olan mahya sanatının başlangıcı olarak Fatih Camii müezzininin Sultan I. Ahmet'e armağan ettiği dokuma gösterilir. Dokumanın üstündeki camii işlemesinde iki minare arası yapılan süslerden öylesine etkilenir ki padişah, gördüğü güzelliğin aynısını uygulatmaya karar verir; böylelikle ilk mahya kurulmuş olur. Kimi kaynaklarda ise, padişahın Koca Mustafa Paşa'daki Sümbül Efendi Camii'nin kandillerle süslenen kapısından ilham aldığı yazılıdır. Sonuçta değişmeyen bir şey vardır ki, mahya İstanbul çocuğudur! Mahyanın sözcük anlamı konusunda da iki farklı görüş vardır: Birincisi, mahyanın Arapça aylık anlamına gelen bir sözcük olduğudur. İkinci görüş ise, mahya sanatının adını camilerde iki kolonu birbirine bağlayan kirişten aldığı yönündedir. Günümüzde ampullerle yazılan mahyalarda eskiden kandiller kullanılırdı. Ateşle yazılan yazılar Ramazanın ilk on beş gününde camileri süslerken, Ramazan ayının yarısından sonra mahyalarda resimler görünürdü!.. Evet, yanlış okumadınız mahyalarda resimler yapılırdı, hem de ateşten! Bu uygulamaya Sultan III. Ahmet döneminde rastlamaktayız. İstanbul camilerinin kubbesi üstünde "Lale Devri"nde görülen ateşten resimler öylesine çok beğenilir ki, bu uygulama yıllar boyu devam eder. Minarelerin boyları da mahya sanatıyla değişim göstermiştir. Üsküdar'daki Mihrimah Sultan Camii mahya kurulsun diye ikinci minaresine kavuşurken, Eyüp Sultan Camii'nin minareleri halk mahya görsün diye birer şerefe yükseltilir. Bu şu demektir: Bizim kültürümüzde minarelerimiz de, kubbelerimiz de resim sanatına olan sevgimizi dile getirirler. Öyle ki, mahyalardaki resimler bir geceliğine yapılırdı. Her gece kandillerle yeni bir resim kurulduğundan halk, bir gecede daha çok resim görebilmek için cami cami gezerdi. İslam dininde gece türbe ve kabir ziyareti yoktur ama Ramazan ayı boyunca bu kutsal yerleri gezme resim sevgisinden günümüze kalan bir gelenektir. Ne de olsa o günler evlerde televizyonun olmadığı günlerdi. İşte bu yüzden, Cengiz Özdemir, Star'da Ramazan ayı boyunca her akşam yayınlanacak bir televizyon programı hazırlamamı istediğinde hiç düşünmeden "Mahya Işıkları" dedim kendisine... Mahya Işıkları!.. Kültür adı verilen ve yüzyıllardır oynanan bu satranç oyununda taşlarımızın gücünü, güzelliğini gösterebilmek için bundan daha güzel bir program adı elbette olamazdı. Mahyalarda bir zamanlar resimler yapıldığını Cengiz Özdemir'e Kültür A.Ş.nin başında olduğu dönemde de anlatmıştım. Mahyalarda resimleri yeniden görmek en büyük tutkusuydu Özdemir'in. Kültür A.Ş.den ayrılıp Star'ın sorumluluğunu aldığı için bu düşünü gerçekleştirememişti; dilerim, bu program bir parça da olsa özlemini gidermiştir. Mahya Işıkları programında Oyuncak Müzesi'ni de tanıtmak amacıyla müzede çekim yaptığımız gün büyük bir sürprizle karşılaştık. Kültür ve Turizm Bakanı Atilla Koç'u müzenin kapısından içeri girerken gördüğümde itiraf edeyim mutlu oldum. Ne de olsa arkasından gelen medya ordusu sayesinde Oyuncak Müzesi anahaber bültenlerinde görünecek, sorunlarımız ekrana yansıyacak ve bu bizim için büyük bir tanıtım olacaktı... Ama, bakanın yanında yalnızca yardımcıları vardı; ne bir kamera ne de bir fotoğraf makinesi! O günkü sevincimiz, kültür bakanının müzeyi ziyaret etmesi ve karşılaştığımız sorunları dinlemesiyle sınırlı kaldı. Sürekli olarak uyuduğu için medya tarafından eleştirilen bakandı... Ne gariptir ki, asıl uyuyan yazılı ve görsel basın oldu. Bu ülkenin kültür bakanı bir müzeyi ziyarete gittiğinde basın onu takip etmiyorsa ortada büyük, hem de çok büyük bir sorun var demektir. Aklıma Nasrettin Hoca'nın dönemin ünlü komutanı Timur'la olan bir fıkrası geliyor: Köylüler Timur'un verdiği filin masrafından şikayetçi olurlar ve Hoca'yı fili geri alması konusunda konuşması için Timur'a gönderirler. Nasrettin Hoca da bu teklifi çadırdan içeri hep birlikte girmeleri koşuluyla kabul eder. Hoca Timur'un karşısına geldiğinde arkasında hiçbir köylünün olmadığını görür ve ne istediğini soran Timur'a şunu söyler:"Bizimkiler filin canı çok sıkılıyor acaba ikincisini de verebilir misiniz, diyorlar?" Eh, Nasrettin Hoca gibi arkamda o gün medya olmadığı için Sayın Bakanla icraatları ve müzecilik konusunda neler konuştuğumuzu yazmanın bir anlamı olmayacaktır. Sadece şunu söyleyebilirim, Sayın Koç üç saate yakın müzede kaldı, İstanbul'da en az 100 müze olması gerektiğini, her türlü konuda hizmete hazır olduğunu söyledi!.. Sahi, bunların neresi haber? Ülkenin kültür sorunlarıyla ilgili bir haber ne de olsa milleti uyutur, "raiting" düşer! Sırası gelmişken, İstanbul Paket Müdürlüğü'nde görev yapan herkese teşekkür borçlu olduğumu söylemeliyim. Yurtdışından posta yoluyla gelen oyuncakları teslim almamda başta gümrük müdürü Sayın Ahmet Özataş olmak üzere herkes yardımcı oluyor. Benim gibi bürokrasiden anlamayan ve korkan biri için Sayın Özataş'ın ilgisi, yol göstericiliği ve "mevzuat"ı büyük bir sabırla defalarca anlatması çok anlamlı. Gözlemlediğim kadarıyla bu kurumda herkes görevini en iyi şekilde yapmaya, insanlara yardımcı olmaya çalışıyor ama Ankara'dan gelen yasalardaki yanlışlıklar özel müzeciliğin önünü tıkıyor. Bu yüzden, yaklaşık yüz yaşındaki teneke tavuskuşum aylardır bir kutunun içinde orada duruyor! Tek avuntum, kuş gribine yakalanmamış olması!.. Mevzuattaki yanlışlığın ne olduğunu yazarak canınızı sıkmak istemiyorum. Ben sadece, bu ülkede sivil müzeciliğin önündeki engellerin bir an önce kaldırılması gerektiğini söylemek istiyorum. Bu ülkenin deniz kıyılarını çevirenlere devlet yardımcı oldu, para verdi, yıllarca vergi almadı. Ben de aynı ilginin ve sevginin kendi tapulu malını müze yapanlara gösterilmesini bekliyorum! Bu yüzden Sayın Atilla Koç'un müzeyi ziyaretinden son derece mutlu olduğumun ve umutlandığımın altını çizmeliyim. İstanbul mahyalardaki resimlerine yeniden kavuşmalı Oyuncak Müzesi de, İstanbul Paket Müdürlüğü'nde aylardır bekleyen tavuskuşuna!!!
|