|
|
İstanbul'un kaderi kimin elinde?
Şu son günlerde İstanbul'da birkaç önemli konu birden tartışılıyor. Bunların arasında, Galataport, Haydarpaşa ve Gayri Menkul Ortaklığı, üçüncü köprü gibi İstanbul'a büyük oranda yabancı sermaye çekecek ciddi projeler de var, Göztepe Parkı'na camii gibi aslında suni gündem diyebileceğimiz konular da var. Peki niçin bunlar tartışma konusu oluyor? Çünkü demokrasi kültürü yeterince oturmuş değil. Garip bir durum söz konusu. Sanki adı geçen bu büyük projelere karşı çıkanların tümü 'yabancı sermaye' düşmanı. Ya da tüm bu isimler İstanbul gibi bir kentte yeni 'cazibe merkezleri'nin yaratılmasına karşılar. Bu toptancı yaklaşım bugüne de özgü değil. Geçmişten günümüze bu tartışma hiç bitmedi. 1950'lerde Vatan Caddesi'nin, SirkeciBakırköy sahil yolunun açılmasından, Haliç ve Marmara çevresinde sanayi kuruluşlarının yığılmasına, Birinci Boğaz Köprüsü'nden paralı otobanların yapılmasına kadar her alanda bu tartışma sürdü. Ve iki cephe hep karşı karşıya geldi. Sağ muhafazakar kesim tüm bunların yapılmasının yanında yer alırken, solcular 'itirazcı' bir tavır takınarak hep karşı çıktı. 70'li yıllardan sonra ise başka bir garip durum yaşandı. Sanayiinin merkezi olan İstanbul, Anadolu'dan gelen büyük göç dalgasıyla sarsıldı. Ve ortaya hızla büyüyen bir 'gecekondu' gerçeği çıktı. Bu kez roller değişti. Şehri göçe hazırlayan sağ muhafazakar kesim gecekonduya karşı çıkarken, özellikle solcular halkın 'bedava' ev ya da 'gökdelen' sahibi olması için gecekondu yapımını savundu. İstanbul'un çevresi kısa sürede varoşlarla kuşatıldı. Manzara ürkütücüydü. Medeniyetlerin başkenti İstanbul, kendi tarihiyle kıyaslandığında kısa sayılacak 50 yılda tanınmaz hale geldi. Mezarlıklar ve askeri alanlar dışında neredeyse yeşil alan kalmadı. Tarihi yapılar ya tahrip oldu, ya da ölüme terk edildi. Yüzlerce yıllık surlar bile işgalden nasibini aldı. Ve ortaya bugünkü İstanbul çıktı. Yüzde 70'i kaçak ve depreme dayanaksız yapılardan oluşan, alt yapısı yetersiz, metrosu olmayan, ulaşımı kilitlenmiş, yağmur suyu kanalları çalışmayan, Haliç'i Marmara'sı, hatta Küçükçekmece gölü ölmeye yüz tutmuş bir İstanbul. Şimdi ortak soruyu soralım, suçlu kim? İstanbul'u geliştirmek için yollar açan, köprüler yapan, sanayiler kuran, aynı zamanda denizi, yeşili, tarihi mahveden sağ muhafazakarlar mı? Yoksa, her türlü gelişmeye karşı çıkan, gecekonduları destekleyen, tarihi yapıları 'koruma' kaygısıyla yıkıma sürükleyen solcular mı? Bu ne garip bir ülke? Türkiye'nin değişmesi ve gelişmesi gerektiğini savunun solcular tarihi 'muhafaza' etmeye çalışırken, muhafazakarlar, 'ağır sanayi' ile karayollarıyla, köprülerle, geniş bulvarlarla 'gelişme'nin önünü açıyorlar. Bu paradoksu düşündüğümde Ahmat Kaya'nın o şarkı sözü geliyor aklıma: 'Bu ne yaman çelişki anne?' Doğrusu 'yaman bir çelişki' yaşadığımız açık. Halen de bu çelişkiyi yaşıyoruz. Peki bir orta yolu yok mu bunun? Göründüğü kadarıyla yok. Çünkü, demokrasi işlemiyor. Yerel demokrasi geleneği ise önemsenmiyor. Bu nedenle de İstanbul'da ya da yaşadığımız kentlerde alınan hiçbir karar halka sorulmaz. Şu son döneme bakın, Galataport, Haydarpaşa, üçüncü köprü, yeni konut alanlarının açılması hangisi halka soruldu? Kimsenin halkı umursadığı yok. Peki halk şehirlerimizi umursuyor mu? Sizce umursuyor mu?
|