Dere, tepe düz...
"Bi yere gidiyorum, geleceğim" diye... "Neden, ne için, nereye, ne kadar süre, ne zaman" gibi; "her şeyin açıklanmak zorunda olduğu" günümüzün, ömrümüzün olağan sorularını cevaplamadan gidivermişim. İnsan bazen kaçmak istiyor; becerebilirse. Hepten gitmenin kıyısında dolaşmışken, ayakta ve hayatta kalmanın dürttüğü öyle bir kaçış sevdasıydı. Yazıyla konuşanın susma arzusu. Gürültüden bunalıp kusma arzusu. Gözlerini kapatıp dalma isteği. Düşüncenle kalakalma isteği. Bir sütun, bir foto, bir imza ve birikmişin posası gündelik, günübirlik fikir ve yazı ile varoluşun içinden sıyrılıp yok olarak var olma denemesi. Herkese bir şekilde bir şeyler olur. Farkında olur, farkında olmaz. İmkan olur, imkan olmaz. Gittik, geldik; yeniden merhaba.
Hayata dair bir sürü şeyi merak, sorma, anlama, yorumlama, açıklama ve elbette yanılma, yeniden deneme çabalarımın eksenini basit "iyi-kötü" karşıtlığına yaslandırmamayı... Tarihin, toplumsal olayların, çatışmaların, uzlaşmaların, insan davranışlarının çok daha özenli, ayrıntılı ve çeşitli-çeşnili idrakleri hak ettiğini öğrenip öyle de düşünegeldim. Az gittik uz gittik, dere tepe düz gittik, labirentlerde dolaştık, yol bulduk, iz kaybettik, koştuk, düştük, kalktık, sendeledik, adam sen de'ledik, hayır dert edindik, dertlendik, dert verdik... Kemik ete saplandı, bıçak kemiğe dayandı; onca bilgi, şunca soru, karınca kararınca bilmişlik, bol kepçe izah... Sebep sonuç, hatice netice, etkileşim değişim, irade rastlantı, mücadele kader, alınyazısı hayır kendi kalemin derken, kabule teslim olduk: Şu basitliğin hiç de basit olmadığını... Her zaman, onca karmaşık ağlar içinde dahi, kimilerinin iyi oldukları için pek kötü olmadıklarını... Kimilerinin hakikaten kötü olabildiği için asla iyi olamadığını... En ulvi, en hakiki, en hakikatli tasavvurların iyilik vaadi ve ufkunun salt kötülükle kirlenebildiğini... İyi olma inat ve direncinin, eğitim, kültür, imkan, inanç, milliyet, sınıf ötesi ciddi bir manası bulunabildiğini... İnsan hangi yol ve tarikten, hangi amaç ve saikle gidiyor olursa olsun, yolculuğun özüne bu iyilik-kötülük, fazilet-fesat meselesinin, daha doğrusu an be an tercihinin de damga vurduğunu... İdeolojilerin, ideallerin, sistemlerin, rejimlerin, düzenlerin, yapıların etkisi, mücadelesi, farkı başım üstüne de, her birinde, somut insanlar vasıtasıyla, bir yılan gibi iyilikkötülük meselesinin de kıvrılıp kıvranıp durduğunu... Yılan gibiliğin boşuna denmediğini ve sözde iyilik yatağında koşturan nice nehir özde zehir taşıyorsa, insanın her daim tefekküre, yeniden değerlendirmeye, ait olduğunu sandığı bütünleri sorgulamaya, yabancı sandıklarının içindeki iyileri, iyilikleri kavramaya ihtiyaç duyduğunu... "Bizden olan"daki, "benden, bana ait, ben olan" daki kötü ve kötülüğü ayırt etmeye, "öteki olan" daki iyiyi de bulmaya, buluşmaya yatkın durması gerektiğini için için kavradık.
Basit (ve karmaşık) olanı basitleştireyim: İnsan; Solcu ya da sağcı, Türk ya da Kürt, Müslüman ya da Hıristiyan, inançlı ya da inançsız, Filistinli ya da İsrailli, Amerikalı ya da Iraklı, milliyetçi ya da enternasyonalist olduğu, bunlardan biriyle mutlu, onurlu, gururlu durduğu için kafadan "iyi" olmuyor; iyilikle dolmuyor. Kafadan "kötü" olmayabileceği, musibetle dolup taşmayacağı gibi. Şartların, doğallıkların, tarihi kavşakların, tercihlerin, amaçların, tahakküm ve isyanların ötesinde... Her yolun, her yönün, her uzamın, her anın içinde, mutlaka o ikilem dolanıp duruyor: İyilik... Kötülük. Dinlerin, bilimlerin, ideolojilerin, sistemlerin iki yüzü, onları kıran fay hattı, o uçurum, o yarılma bu zaten! Vicdan, bunun için.
|