|
|
|
|
|
Şiirsiz tekke çağı...
|
|
Türk-İslam kültürünün en verimli kaynaklarından biri olarak tasavvuf kurumlarından sayısız büyük sanatçı yetişti; onlarla evrensel hoşgörü mayalandı.
Türklerin altın çağlarını yaşadığı birkaç Selçuklu ve Osmanlı asrı boyunca Ahmet Yesevi'den Mevlana'lara uzanan tasavvuf akımları ile özgün bir İslami uygarlık çevresi oluştu. Bu uygarlık çevresinin bilgin ve sanatçı kadrolarını oluşturan yıldız insanların neredeyse tamamı hayat anlayışlarını Sufi kültüründen aldılar ve kendileri de bu kültüre birikimleriyle derinlik kattılar. Tarikatların çözülmeye başlaması ile birlikte ise bu zengin hayat vadisi çoraklaştı. Sözgelimi 'Tekke Edebiyatı' veya 'Âşık Edebiyatı' dediğimiz gelenekle yetişmiş büyük şairlerin nesli kesilmiş gibidir. Tarikat ocaklarının bugünkü uzantılarında derinlikten yoksun yüzeysel resmi dini öğretiye ağırlık verildiği için sanat duyarlılığına zemin teşkil eden zihinsel özgürlük ortamı oluşamamaktadır. Canlı ve renkli hayatların yaşandığı eski köklü tekkelerde sıkı sıkıya takip edilen tarikat disiplini ile ruhsal özgürlüğün bağdaştırabildiğini biliyoruz. Daha açık bir ifade ile bir derviş, tarikatın üslup ve usulleri doğrultusunda belirli yasak ve talimatlara uymada kusur göstermezken zihni hayat açısından olabildiğince özgürce engin ufuklara kanatlanabilmektedir. Gerçi bu yol, zaman zaman, tasavvufta 'şathiyyat' denen ve dinin temel yalın öğretisine açıkça aykırı düşen söylemlere varabilmiştir. Böylece başını derde sokan Hallac-ı Mansur'lar çıkmış, aykırı bazı Sufi söylemleri yüzünden medrese- tekke ikileminin keskinleştiği, bunun da toplumda gerilimlere yol açtığı görülmüştür. Ancak yine de tekkelerin ruhundaki özgürlük sayesindedir ki sayılamayacak kadar çok miktarda üstün sanatçı bu kültür çevresinde yetişebilmiştir. Düzeyli tasavvuf kurumlarında farklı renk ve yapıda kişiliklerin gelişmesine imkân veren 'çoklukta birlik' anlayışıyla muazzam bir insan kaynağı oluşabilmiştir. Öyle ki, aynı şeyhin aynı temel yöntemle eğittiği dervişler birer özgün nüsha olarak farklı kişilikleri ile tasavvuf tarihinde özel yerler edinebilmişlerdir.
GÖNÜLLERE ZİNCİR YOK Oysa bu zengin maneviyat ikliminin genel gerilemeyle orantılı biçimde verimsizleşmesinden sonra tarikatların çoğunda 'tek kalıptan çıkma' insan örnekleri yetiştirmek esas olmuştur. Aslında bu da beraberinde tarikatların siyasileşmesini getirmiştir. Farklı okumaların görülmediği, hatta belli eserler dışında kitap okumanın bile sakıncalı bulunduğu bu yeni tür tarikat-cemaat ortamlarında Sufilere özgü pek çok özellik gibi 'başkalarını incitmeyen mizah kültürü' de yok olmuştur. (Bektaşilerde yaygın olan keskin mizah geleneği farklı; ki bu ikincisi biraz daha uzun ömürlü olabilmiştir.) Eskiden her dervişin önü açık olurdu. Tasavvuf tarihinde şeyhini aşan, ondan daha büyük manevi nüfuz sahibi olan pek çok Sufi vardır. Bu dönemlerde her derviş ilke olarak, Peygamberlik hariç bütün manevi makamlara ulaşmaya adaydır. Çözülüş sonrasında ise şeyhinin yanında esamisi okunan ve iz bırakan derviş örneğine rastlamak hemen hemen imkânsızdır.
DERİN KISIRLIK Tekke kültürünün gerilemesi ile kurumaya yüz tutan en bereketli vadilerden biri de 'Sufi müziği'dir. Her biri birer şaheser olan pek çok Mevlevi bestesi (ayin) yanında, söz ve ezgileriyle en samimi ilahi aşk terennümlerini örnekleyen sayısız ilahi, büyük bir musiki hazinesi meydana getirmektedir. Bu kaynaktan gelen yeni şaheserler yok denecek kadar azdır; musikiye karşı çıkmayan bütün Sufi kollar geçmişin hazır birikimi ile 'güncel meşk' ihtiyacını karşılamaktadır. Oysa, yüz elli yıl öncesine kadar özellikle açık zikri benimseyen tarikatların hemen her bir tekkesi, doğaçlama beste ve güftelerin üretilebildiği birer sanat atölyesi niteliğindedirler. Özetlemek gerekirse Anadolu tekke kültürü, aslında bu topraklara özgü yüksek düzeyli bir 'estetik İslam' oluşturmuştur. Böyle olduğu için de, geçmişten bugüne kadar, Müslümanların başka din mensuplarına karşı en parlak vitrinleri tekkelerdir. Sonradan İslam'ı seçen pek çok yabancıyı cezbeden öncelikle tekkelerdeki bu 'estetik İslam'dır.
YARINLAR NASIL? Şimdi ise tarikatlar, birkaç istisnası hariç, 'estetik İslam' yerine, 'Arabesk İslam' yaşantısını kalıplaştırarak 'tek tip insan' hedefine kilitlenmişlerdir. Bu süreçte dervişliğin nükte boyutu kısırlaşmış, kendini acımasızca eleştiren, hatta eğlenceli şekilde hicvedebilen Sufi türünün yerini İslam'ın büyük günahlardan saydığı 'dindarlığıyla övünme' (ucb) hastaları doldurmuş gibidir. Dünü ve bugünü ile tarikat gerçeğini özetleme çabamız burada noktalanırken geleceği yorumlamak isteyenlere yönelik bir not olarak da, bazı tasavvuf çevrelerinde büyük Mevlana'ya yakıştırılan minik bir menkıbeyi kaydedelim: Hazret bir gün ney dinlerken 'bu ses bana cennet kapılarının açılış sesi gibi geliyor' der. Oracıkta bulan ham bir derviş de hemen 'bana da aynen öyle üstadım' diye atılır. Hazret 'yoo' der, 'neyden senin aldığın ses, cennet kapılarının kapanmasından çıkan ses olabilir.' Tarikatların geleceği açısından, cennet kapılarının açıldığını mı yoksa kapandığını mı, belki de bu öykücük ışığında sanat aynasında görebileceğiz.
|
|
|
|
|
|
|
|
|