|
|
|
|
|
Kirli siyasette fazilet mücadelesi
|
|
Türkiye'de taraftarlar, siyasetçilerden daha ilkeli. Aydınların küçümsediği taraftarlar "Mezara kadar" diyor, politikacının bağlılığı ise kurultay, kongre ya da seçime kadar.
Onların da "dokunulmazlığı" vardı ama dokunulmaz değillerdi. Dokunulmaz olanın milletvekili değil, millet olduğunu bilerek siyaset yaptılar. Recep Peker "CHP'ye damgasını basmış" bir siyasetçidir. Sadece CHP'lilerin değil, muhalif Demokratlar'ın da "namuslu adam" olarak nitelediği Recep Bey'e, DP'nin ileri gelen milletvekillerinden Nusret Kirişçioğlu'nun da yaklaşımı farklı değildir. Peker'in, Atatürk ile ilgili anılarına temas eden Kirişçioğlu diyor ki: "Bir gün rahmetli Atatürk bir belge üzerine 'Partim' sözünü yazmış. Bunu gören rahmetli Recep Peker sormuş: 'Paşam niçin Cumhuriyet Halk Partisi yazmıyorsunuz?' Atatürk'ün cevabı bir ileri görüş örneğidir: 'Ne bileyim sonuna kadar Cumhuriyet Halk Partisi'nin benim partim olarak kalacağını...' (Partilerimiz ve Liderleri- 1975) Siyasi hayat bir hayli inişli ve yokuşlu. Hiç unutulmayan bir zamanda keskin bir yol ayrımı ile karşılaşmak mümkün. Motel odalarında hükümet pazarlıklarının yaşandığı, bir milletvekili ile siyasi kaderin etkilendiği dönemleri bu nesil görmedi. Onlara Avrupalı ve çağdaş olmaktan önce, haysiyetli ve faziletli olmamız gerektiğini pek anlatamadık. Türkiye'de kulüp tutmak, parti tutmaktan daha ilkeli. Takımını terk eden taraftar göremezsiniz ama aynı görüşlerini paylaşan siyasetçilerin başka bir partiye geçişleri ya da istifaları artık benimsenen bir durum haline geldi. Geriye dönüp Meclis kürsülerini ve siyasetçileri hatırlamakta fayda var. Recep Peker'in siyasi çehresinin dışında dürüst bir kişilik sergilediğini, ömrünün son yıllarını yarı mefluç bir halde geçirmesine rağmen kimseden medet ummadığını belirtelim. Başbakanlıktan ayrıldıktan sonra ölümüne kadar, Sultanahmet'teki evinde bakıcı yardımı ile yaşamıştı. İri bedeni sebebiyle asansör olmadığı için üst kata çıkamıyor ve büyük ıstırap çekiyordu. Küçük bir asansör yaptıracak gelirden mahrumdu. Dost ve yakınlarının yaptırdığı, elle çevrilerek çalışan bir kaldırma tesisatını da göremeden vefat etmişti. (1950) Asılsız ihbarların, yüz karası iftiraların hatta kişiyi casus konumuna koyacak tezviratların yapıldığı dönemler yaşamıştı Ankara... Türk siyasetinin mümtaz isimleri suikast, Ruslarla işbirliği, komünist propagandası yapmak gibi akla hayale gelmeyecek suçlamalarla karakol ve cezaevlerinde süründürülüyordu. Siyasi tarihimizde ayrı bir yeri olan Osman Bölükbaşı'nın Millet Partisi ve parti mensuplarının başına gelenler ayrı bir inceleme konusudur.
KARAKOL VE ADLİYE Mesele sadece oy verdikleri için Kırşehir'in ilçe yapılması, şehir cereyanının kesilmesi gibi kitlesel despotizm örnekleri değildir. General Sadık Aldoğan'dan Fuad Arna ve Saadet Kaçar'a kadar yönetim kadrosunda yer alanlar çile kervanına katılmıştır. Karakol ve adliye arasında gün be gün mekik dokuyan Fuad Arna, yeni bir tutuklanma ile karşı karşıya kalmıştı. Türk siyasetini kırk yıl izleyen Emin Karakuş, "İşte Ankara" kitabında siyasetin kirliliği içindeki fazilet mücadelesine şu sayfayı açıyor. "Fuad Arna tutuklandığı gün, üzerinde tutanaklarda saptandığı gibi tam 160 kuruş vardı. Bölükbaşı'nın evinden gelen iki kişilik yemeği bile yemedi. Devletin verdiği tayınla yetindi. Polisler, onun İstanbul'daki evinde saatler süren aramalar yaptığında korkan kızı delirdi. Sinir krizlerinden kurtulamayarak can verdi. Fuad Arna, yaşamı boyunca yokluk içinde yaşamış, çoluk çocuğunu da yoksulluk içinde yaşatmış, namuslu ve erdemli bir insandı. Fuad Arna'nın Bayar'ın dediği gibi 'çok para sarf ettiği' sözü gerçekten büyük bir haksızlık ve insafsızlıktı. Bir insan siyasal amaçları uğruna, kendisine muhalif olanlar hakkında fikir alanında her şeyi söyleyebilir ama bir ailenin ocağını yıkacak, onu şerefsizlikle, vatansızlıkla suçlayacak söz ve eylemlerden kaçınması gerekirdi. Fuad Arna, bu olaylardan bir süre sonra öldü." Hüseyin Cahit Yalçın "Kardeş kanı" makalesinde Başbakan'a hakaret ettiği mahkemece sabit görülüyordu. Yalçın'ın saçının kesilmesine karar verilmişti. Yaşı 80'di ve zaten saçı yoktu. Cezaevi koşullarında hastalanmış ve vasiyetnamesini bile hazırlamıştı. "Hapiste ölürsem mezar taşıma 54 yıl hürriyet için savaştı ve hapiste öldü" diye yazılmasını vasiyet etmişti. Daha önce İstiklal Mahkemesi'nde Mahkeme Reisi Ali Çetinkaya'ya, "Senin gibi hakim olmaktansa, mahkum olmayı tercih ederim" diyebilmişti. Hüseyin Cahit, yaşı 80 iken hapishanede 108 gün çile çekmiş ve Osmanlı'dan itibaren süregelen fazilet ve haysiyet mücadelesine bir yenisini eklemişti.
|
|
|
|
|
|
|
|
|