A ve B planı!
"Zafer"in bu yüzünü... Hükümetin kararlılığının, Türkiye'nin gücünün, Başbakan'ın pazarlık ve rest kabiliyetinin, danışmanların, diplomatların çabalarının yeterince farkında olduk. "Son anda paniğe kapılan Avrupa" imajı ise belki biraz aşırı kaçtı. "Müzakere, pazarlık, rest, panik, nanik" elbette nihai cümleleri belirler. Ama, "aklında o sırada hiç başka şey olmayanlar"ın birden sizin şartlarınızı kabul ettiğine dair destanlar biraz mübalağalı olur.
Mesele, "Kıbrıs'ı tanıyacağını hemen beyan et" şartının, AB'nin "A planı" mı yoksa "B planı" mı olduğunu ayırt edebilmekte. Dolayısıyla, nihai metne giren "3 Ekim'e kadar Ankara anlaşmasını yeni üyelere genişletme, gümrük birliği" koşulunun da hangisi olduğunu anlamakta. Açıkçası bir itirafla başlayayım: Ben, "bu işleri çok iyi bilenler, danışmanların cep telefonlarından mesajlaşanlar" yanında "tecrübesiz" bir gazeteciyim! Meslek hayatının seyri, kişisel tercihler vesaire öyle icap ettirdi. Ancak, "Kıbrıs şartı"nın en yoğun, en usandırıcı dakikaları da dahil, çevremdeki meslektaşlara da, İstanbul'a da aktarmaya çalıştığım şuydu: "Türkiye'nin asla o masada kabul edemeyeceği Kıbrıs'ın tanınması" etrafında odaklanmış, hatta kilitlenmiş müzakere sürecinde, AB'nin asıl hedefinin, şöyle ya da böyle, "Türkiye'nin tam üye olamayabileceği"ne dair ifadeleri zapta almak arzusu. Yani, kısmen kibarlaştırılmış olsa da, isteyen ülkenin "serbest dolaşım"ı engelleyebileceği, müzakere sürecinin başarısız olabileceği vesaire. Dolayısıyla, "Kıbrıs şartı"nın günün "A planı" değil, A planı gibi gösterilen "geleceğin B planı" olduğu. Çözümün ise, tam da metne girdiği şekliyle, yani "Ankara anlaşmasının genişletilmesi ve gümrük birliği" çerçevesinde bulunacağı.
Epeyce tanığı olan, hatta havanın ağırlığıyla son anlarda şüpheye bile düştüğüm bu öngörünün kaynağı "kuvvetli istihbarat" filan değildi. Dayanağı şunlardı: 1. Şiddetli karşıtlara rağmen, Avrupa'da, "dost sağcı liderler" dışında, yeşiliyle, kırmızısıyla, kızılıyla, pembesiyle "sol" dan kaynaklanan ciddi bir "Türkiye'nin önünü açma ve bunu izleme arzusu". Ve AB'nin, bürokratik değil, demokratik kurumu olan parlamentoya çarpıcı biçimde yansımıştı. 2. Avrupa'nın birçok liderinin, önümüzdeki yıllar için Türkiye'yi hepten kaybetmemek, tamamen ABD'ye ya da Ortadoğu'ya terk etmeme isteği. 3. Yunanistan da dahil, referandumda "Hayır" demiş ama AB'ye alınmış "Rum Kıbrıs"ın zaten kafi haksızlık olduğuna dair Avrupa'daki farkındalık. 4. "Kıbrıs'ın tanınması"nın şu anda en çok Rumların sorunu olduğu, Avrupa'da ortalama insanın duymak istediği mesaj: "Daha da değişmezse" Türkiye'nin üye olamayacağı... Türkiye tam üye olsa bile, "Türkler"in hemen, hatta bazı durumlarda "hiç" tam manasıyla AB'li olamayacağı.
Azıcık yumuşatılsa bile, bu mesajlar da verildi. Buna rağmen, nihayetinde sorarsanız, derim ki, bu da önemli değil; önemli olan tarihi sürecin başlaması. Bunca yıl arka sokakta dolanıp duran Türkiye'nin, bu hükümetin çabalarıyla bahçeye ya da avluya girmesi. Ve asıl önemlisi, "demokratikleşmenin iyi bir şey olduğu"nu artık bilmemiz! "Kültürlerin, hakların, kazançların, özgürlüklerin paylaşılması"nı öğrenebileceğimize dair de bir umut!
|