Tarihin gölgesinde
(BRÜKSEL) Bir gazete için geçerli olan dün-bugün zaman aralığında, Brüksel'in hızlı tempolarla değişen havasını 'canlı' yayınlamak zor. Çarşamba: Hava berbat. Masa, terk edilmelere layık. Fransa, takoz. Çarşamba akşamı: Küçük bir milat. Takoz ülkenin Cumhurbaşkanı Chirac daha önce banda alınmış konuşmasını yapıyor. Hemen öncesinde, Belçika Başbakanı Verhofstadt'la görüşmüş. Belçika Başbakanı, kendi ülkesinde bir otelde üslenmiş Türkiye Başbakanı'nın tavrını Paris'e taşımış. Konuşma biraz daha biçimlenmiş. Perşembe sabahı: "Chirac'tan sonra" bir oteli hınca hınç doldurmuş "Türkiye"nin yüzü, gülmese de, en azından gülümsüyor. "Kırmızı çizgiler" pembeleşiyor mu, ne! Derken, perşembe öğleden sonra: Hava yine dönmüş. Bir şarttan çok temenni olması gereken "Kıbrıs'ı tanıyın" acil bir şart olarak ortaya salınıyor. Önde Kıbrıs, arkada ise bu süreçte çok dans eden Fransa ile Türkiye ile hiçbir şekilde vals yapmak istemeyen Avusturya'nın ve Almanya'nın öteki yüzünün "imtiyazlı ortaklık" hevesi. Türkiye'ye daha şimdiden her an trenden atılabilecek bir yolcu bileti kesilmesi için kabarık iştahların ağız kokusu.
40 yıllık tarihin, hayır, hafızalar da devrede olduğuna göre, bir 1000 yıllık tarihin nihayetinde birkaç güne sıkışıp her cihetten hesaplaşmalara tabi tutulması kolay mı? Her taraf, bagajında "günün gerçekleri" kadar sadece gerçeklerle değil, önyargılarla, endişelerle yazılmış sübjektif tarihlerin yükünü taşıyor. Günün fırsatları, kaypaklıkları, oportünizmleri kadar, geçmişin hortlakları ile geleceğin hayaletleri sökün ediyor. Gün boyu, gece boyu kelimeler, virgüller, pazarlıklar.. Üstünde uzlaşılabilecek en iyi ihtimal herhalde şuydu: Türkiye'ye dış kapıyı onu çok rencide etmeden açmak ve sonra "kim öle, kim kala" denilecek uzun bir süreçte, belki o gün bir kısmı hayatta ya da aktif olmayacak politikacıların bu mirası başkalarına devretmesiyle, yeni hesaplaşmalara açık tutmak. Ama henüz bahçe kapısında, hesaplaşma yoğun. Masadan ittirmeye çalışanlara karşılık masayı terk etme eğilimi de tedavülde yeniden. Sabah güneş belki doğacak, belki her yer karanlık! Zaten, dün sabahki yumuşak üslubunun da gösterdiği gibi, Başbakan da "kim öle, kim kala" sürecine razı gibiydi: 17 Aralık'ta üzmeyin, gül koklansın, kalan dikenlerle cebelleşmek sonraki yıllara devredilsin. 17 Aralık'ta karşımıza birer engel gibi dikmeyin; Kıbrıs sürecine, Ermeni(stan) meselesine de, serbest dolaşımın kısıtlanmasına anlayışla yaklaşabiliriz. Gelgitlerle dolu "son dakika" nın bir başka yönü de Türkiye'ye dönük. Masada çok taviz vermiş bir hükümet imajından endişe belki. İster medyada, ister devlet içinde, ister MHP ve Saadet gibi AKP tabanına el atabilecek mahfillerde "istismar" edilebilecek bir yükün altında kalmamak.
Elbette sadece görüntü meselesi değil. Özellikle Kıbrıs konusunda, Türkiye tarafı, en azından final noktasında açık bir haksızlığa maruz kaldığına inanıyor. Birleşerek AB'ye girmeye "Evet" diyen Kuzey'in tavrına kocaman bir "hayır"la taş koyan Güney'in "Kıbrıs" adıyla AB'li olması, Başbakan'ın "Hangi şartı yerine getirdiler de üye oldular" isyanıyla birlikte, Avrupa'nın da kolay kolay cevaplayamadığı bir çelişkiye dönüşmüş zaten. Beraberinde, girmeye çalıştığınız AB'nin "bir şekilde" üyesi olmuş birilerini nereye kadar tanımayacağınız sorunuyla birlikte. Dün gece Türkiye'ye bildirildiği gibi. Oysa, Başbakan'ın ağzından, "Papadopoulos'la Kuzey'de bir kahve içeriz... Ermeni meselesinde soykırım ya da sözde soykırım denmiş, problemi halletmiyor" türünden bir "anlayış" vaadi vardı sabah. Gece yarısı kahveleri ise, 40 yıl hatırı olacak cinsten değil, 40 yılın hatırasını bir anda kül edebilecek denli acı idi. Her şeye rağmen, bu sabah durum düzelmiş olur mu umuduyla birlikte!
|