| |
|
|
Dışarısı bastırmadan çözümleri biz üretebiliriz
Hep söyleriz, yazarız. Türkiye'nin bütün "Milli Davalar"ı, aynı zamanda "Uluslararası Sorun"lardır da. Bu gerçeği, sayısız olayı yaşayarak öğrenmedik mi? Laiklik, Kürt Realitesi, Fener Patrikhanesi, türban, töreler, zina ve hatta kamulaştırmalar bile, sade Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'nin yargı alanına girmekle kalmadı. AB Komisyonu ile üyelik pazarlıklarında, hemen her konu tartışılmaya başlandı. Aynı şekilde, dış politikamızın kemikleşmiş "Pozisyon"larını oluşturan Kuzey Irak, Kıbrıs, Ege gibi alanlardaki "Kırmızı Çizgiler"in de, uluslararası koşullar sonucu renk değiştirdiklerini gördük. Her alandan böyle sayısız örnekler verebiliriz. Her ulusal sorunun aynı zamanda uluslararası sorun olmasının nedenleri belli. Türkiye Cumhuriyeti'nin kuruluş belgelerinden biri olan Lozan Antlaşması, çokuluslu bir uzlaşmanın ürünüdür. Lozan'dan sonra da, Türkiye sayısız antlaşmalarla, kendisini uluslararası düzene entegre etmiştir. 1990'larla içine girilen süreçte ise, "Globalleşme", tüm dünyada eskisine hiç benzemeyen yansımalara neden olmuştur. Alt kimliklerin yükselişi, terörizmin ideolojiden din zeminine kayması, uluslararası yargının ulusal egemenlik sınırlarını delmesi gibi olguları, hepimiz biliyoruz. Bu büyük değişim sürecine Türkiye'nin hızlı bir uyum gösterdiğini söyleyemeyiz. Dünyanın yeni koşullarından kaynaklanan güçlü gerçekleri, ancak son noktalarda ve çaresiz kaldığımız zaman kabullendik. Dış konjonktürün bastırmasını beklemeden, pozisyonlarımızda ve Milli Davalarımızda, yörünge düzeltmesi yapamadık. Oysa Türkiye'de siyaset de, toplum da, evrensel gerçeklerle ulusal koşulların izdüşümde bulunacağı noktaları önceden görebilecek ve gerekli yörünge düzeltmelerini yapabilecek ergenliğe erişmiştir. Ayrıca dış konjonktürün bastırması ile yapılan düzeltmeler de, gerek devlet, gerekse toplum tarafından olgunluk içinde kabul edilmektedir. Türkiye'de sivil siyaset anayasayı ve temel yasaları çok radikal ölçülerde değiştirebilmekte, AB'ye uyum konusunda iktidar ve muhalefet aynı titreşim kat sayısına girebilmektedir. Demek ki, bundan sonra eskisinden farklı olmak ve dış konjonktür bastırmadan iç uzlaşmalarla, Milli Davalar'ın evrensel kaçınılmazlarla uyumunu sağlamak yolları aranmalıdır. Bunun için öncelikle gündemde bulunan konu, galiba "Sünni-Alevi Meselesi"ne sağlıklı, birleştirici, uzlaştırıcı bir ulusal yaklaşım getirmektir. Bunu başardığımız zaman, bizi çok rahatsız edeceği belli olan "Azınlık" meselesine de kalıcı bir çözüm üretilip, dış konjonktürün bastıramayacağı bir ortam üretilir. Bu açıdan, Radikal'de Neşe Düzel'e konuşan AK Parti İzmir milletvekili Zekeriya Akçam'ın aşağıdaki sözlerini, öncelikle iktidarın sahipleri ve ayrıca tüm siyasetçiler dikkatle değerlendirmelidir: - Bizim şu ana kadar konuşmadığımız konulara AB dokunduğunda bizden refleksler fışkırabilir. Pek çoğu bunu kırmızı çizgi olarak addedebilir. Bir de sorunlar dışarıdan empozeyle çözüldüğünde, Türkiye'de demokratik kültür bastırılmış oluyor. - Avrupa Konseyi Parlamenterler Meclisi'nde Lozan'daki azınlık kavramımızın eskidiği, Türkiye'ye dar geldiği iddiaları var. Biz sadece dini azınlıkları tarif etmişiz. Halbuki artık kültürel, dilsel, dinsel her türlü azınlık olabileceği, sadece dini azınlık diye bir kavramın olamayacağı söyleniyor. Diyelim ki, Alevi, Kürt ya da Arap vatandaşlarımıza, Romanya ve Macaristan'daki gibi ayrı bir statü verilmesi istenebilir. - Milletler Cemiyeti dönemindeki azınlık kavramıyla bugünün dünyasındaki azınlık kavramının çok fazla ortak bir tarafı kalmadı artık. Ben bunları, yaşanabilecek en kötü senaryodan hareketle söylüyorum. Biz 1990'larda, bu atılımları, reformları yapmış, kültürel hakları vermiş olsaydık bu azınlık meselesi uzun vadede çözülürdü ve Türkiye, 'tüzel statü' verilmesi anlamında bir azınlık noktasına gelmeyebilirdi. Ama Türkiye gecikti. Geçen süreçte, Orta Avrupa ülkeleri azınlık haklarını çok etkiledi.
|