Pina Bausch'a bir kez daha vurulmak
Bu yazı, Pina Bausch'la hiç tanışmamış, onun sahnede yarattığı tablolarda, bedenlerin nasıl iç içe girdiğini hiç görmemiş olanlar için
Pina Bausch'un "Nefes"i İstanbul'da sahneye çıkalı çok oldu biliyorum. Kimileri sevdi, kimileri sevmedi, onu da biliyorum. Ama bir gösterinin canlı bir varlık olduğunu, oynandıkça yaşadığını ve değiştiğini de biliyorum. Bir oyunun, turneye gittiği kentlerden bazen güzel, bazen de çirkin döndüğüne çok şahit oldum. Bir de tabii Pina Bausch için Paris Şehir Tiyatrosu'nun ne kadar özel, İstanbul'u Paris'e getirmenin ne kadar önemli olduğunu biliyorum. Ve işte bu yüzden, "Nefes"in Paris temsilini, yepyeni, İstanbul'dakinden çok farklı bir "an" ve bir "hareket" olarak yeniden seyredip, yeniden tadına varıp yazmak istiyorum. Eh, bir de Pina Bausch ile hiç tanışmamış, onun sahnede yarattığı o bol baharatlı tablolarda, bedenlerin birbirleriyle nasıl iç içe girdiğini hiç görmemiş olanlar var. Eğer kabul buyurursanız, bu naçiz makale onlar için yazılmış olsun, altmış dört yaşındaki o görkemli kadının her temsilinde yerle bir ettiği bir ruhun, yani bendenizin, kendisini biraz olsun anlatmaya çalışması olsun... Evet, bu şahsiyetli kadının, şahsiyetli partisyonlar eşliğinde kıpırdattığı şahsiyetli vücutlar yirmi yıldan bu yana, bir süre boyunca bir kente yerleşir, o kentte nefes alır, o kentte havaya ya da kaldırımlara bakar, kenar mahallelerde kaybolur, yürür, konuşur, gezer, yer, içer. Sonra da kıpırdanmaya başlar, usul usul. Hong Kong'u, Lizbon'u, Budapeşte'yi, en ufak bir tasvir kaygısı taşımadan, sadakat hissi gözetmeden, ilhamının orta yerine oturtuverir. Bazen bir dansçının bakışıdır size o şehrin kokusunu getiren, bazen bir "pas de deux", bazen de bir dekor parçasıdır...
İSTANBUL'LA RANDEVU Bu sefer de öyle olmaz mı ey ahali? Paris'in en sıkı çağdaş dans sahnesi bana İstanbul'la randevu vermez mi? Ve benim kalbim günler öncesinden pır pır etmeye başlamaz mı? N'olur, bu gösteriyi İstanbul'da seyredip de sevmemiş olanların "folklorik" eleştirilerini unutun. Öyle bir şehr - İstanbul ki bu, bazı anlarda hemen tanıdığım, bazı sahnelerde de sahnedeki Endonezyalı dansçının köyü kadar uzak gelen bir şehir. Ve bu, bir yaratıcının en büyük hakkı. Bir "yer"i, etnografiye kaçmadan anlatmak. Sahnede, seyirciye çaktırmadan usul usul büyüyen su birikintisini Boğazın sularına dönüştürmek. Ucuz metaforlara kaçmadan sahneyi bir "su şehri" haline getirmek. İstanbul'un o modası geçmiş şahane elegansını kurcalamak. Tiyatroyla dans arasındaki hayati çizgiye tekme atmak. Mercan Dede, Tom Waits, Astor Piazzola ile yekvücut olup "sıvı" bir koreografi yaratmak. Fransa'da çok alkışlandı Bausch'un İstanbul'u. Bir çok sanat eleştirmeni, ustanın ilk kez böylesine tasasız, ılık ve iyimser bir enerjiyi yakaladığını yazdı. Ama ben felaketi de gördüm o sahnede. O pembe ve tasasız elbiselerde, erkeklerin hoplattığı nazik bedenlerde, arka arkaya gelen İstanbul kartpostallarında tehdidi de gördüm. Çok uzun alkışladım. Temsil sonrasında, bir başka şahsiyetli kadınla, fotoğraf sanatçısı Seza Paker ile tiyatronun karşısındaki kahveye attık kendimizi. "Nefes" ten sarhoştuk. On dakika sonra, yüzü kapıya dönük oturan Seza'nın gözlerinde ışığı, sırtımda da ısıyı hissettim. Ve bir kere daha emin oldum. Öyle "narin dansçılarla anlatılan figüratif şehir günlüğü" gibi bir şey değildi Nefes. Nasıl mı anladım? Çünkü "Büyük Pina" arkamdaki kapıdan içeri girdi. Salınmadan, hallenmeden, bükülmeden girdi. Temsildeki o muhteşem tabloda suda danseden erkek dansçı gibi. Sırılsıklam ve dümdüz. Tutkulu, kızgın, aşık. Yeni seyahatlere aşık. Bu kez de Japonya yolcusu Pina Bausch. Sırılsıklam ıslanmadan sanat becerilemiyor. Fay hattındaki 16 milyon insana ağlamadan böyle tablolar yaratılamıyor. İstanbul'a aşık olmadan dansçıların bedenleri böyle kıvrılıp bükülemiyor. Pina Bausch ile ekibinin İstanbul macerasına katılan herkese borcum var. İyi ki kendi İstanbul'larınızı gösterdiniz onlara. Yoksa nasıl alırdım o İstanbul "nefes" ini ben o gece Paris'te?
Sedef Ecer
|