|
|
|
|
|
Truvalılar ne yerdi?
|
|
ASLINDA Truva'da bir hazine yatıyor. O günlerin bir mezesini sunalım: Zeytin Mezesi. Siyah ve yeşil zeytinleri irice doğrayın. Kırmızı şarap sirkesi ve zeytinyağınla karıştırın. Üzerine nane ekleyin.
*** Troialılar zeytin mezesi yerdi
Tarihini doğru dürüst bilmeyen, işin acısı merak da etmeyen bizler için aslında Troia'da bir hazine yatıyor. Hadi, hazine sandığını açmışken size o günlerin bir mezesinin tarifini de verelim: Zeytin mezesi
Rönesans'ın başkenti Floransa'ya hakim bir tepedeyiz: Fiesole. Bu tepenin neredeyse en talihli yerinde dünyanın efsane otellerinden birisi var. Oteli, sağını solunu, vesileyi ayrıca anlatacağız. Ama o başka bir seansın konusu. Bugünkü bahis o değil. Cephesini Michelangelo'nun çizdiği Villa San Michele'nin terasında otelin yöneticisi G. Gentile'nin ikram ettiği kahveleri yudumluyoruz. Şık italyan, bizim Carlo Bernardini ile hasret gideriyor. Carlo artık iyice İstanbullu. Bu otelde de çalışmış bir zamanlar. Şimdi onun İstanbul ve Floransa arasında düzenlediği mutfak-workshop seferleri, onların da çok ilgisini çekiyor. İtalyan soruşturuyor: "Ne zaman, kaç kişi?" Sonra birden bana dönüyor. "Biliyor musunuz?" diyor. "Ben Türkiye'ye hiç gelmedim" ve ekliyor: "Şimdi gelmek istiyorum." "Seviniriz" diyorum. İzah ediyor: "Öyle değil. Benim istediğim, Troia kazılarına gelmek. Orada kazı işçisi olarak çalışmak istiyorum!" Şöyle bir nefes alıp, teyid istiyorum. Doğruluyor: "Evet, işçi olarak!" Bakın, filmi gördünüz mü, bilemiyorum. Ne düşündünüz? Ama şurası kesin. Biz kullanmasak dahi filmin kitleleler üzerindeki etkisi büyük. Çok büyük. Hem de sadece, turizm açısından değil. Kültürel bağlamda da önemli bir kışkırtma. Geçen hafta 75. yıldönümünü kutlayan Alman Arkeoloji Enstitüsü'nün gecesinde konu nerede ise sadece Troia idi. Korfmann herkesin dilinde. Henüz film ve etkisi ortada iken, geç bile olsa bir atak yapılmalı. Haluk Şahin uzun uzun yazdı. Bir kere müze elzem. Bu konu da yeni sanmayın. Dört yıl önceki bir yazımı ilişikte özetliyorum. 15-20 gün oluyor. Resmi bir davet geldi. Kültür Bakanlığı'ndan. Davet dediysem, lafın gelişi. Yoksa devlet insanı celbeder: "Şu saatte, şurada ol" der. O kadar. "Siz müsait misiniz, rica ederim, teşekkür ederim" bu fuzuli lafları. Devlet-i ali sevmez. Ne var ki biz de aslında müstahakız. Çünkü ne zaman böyle bir yazı alsam, işimi gücümü bırakır koşarım, devlet kutsal ya! Hadi size akıl danışayım. Öyle mi, hakikaten? İstanbul Arkeoloji Müzesi'nde, o benzersiz kütüphanede kendimi budist manastırına çekilenlerin huzuru içinde bulmuşumdur. Her zaman. Üstelik bu kez konu baştan çıkartıcı. Müsteşar, genel müdür, müzenin yöneticileri etrafına dizilmiş, Troia'yı masaya yatırmışlar. "Nasıl bir müze olmalı?" diye bize soruyorlar. Su gibi aziz ve herdaim "güvenilir" Alman dostlarımız, biliyorsunuz Schliemann'dan beri Troia'dalar. Schliemann hakkında fikir beyan etmem doğru olmayabilir. Hoyratça kazdığı Troia'dan çıkardıklarını yüz görümlüğü olarak Yunanlı karısına takan bu heyecanlı amatör için söylenmesi gerekenleri arkeoloji dünyası söyledi. Üstelik, nihayet Troia'yı şu anda kazanlar, M. Korfmann akademik açıdan saygı duyduğumuz bir arkeolog. Olağanüstü bir sergi hazırladı.
DEDEMİZ PARİS'İN TERCİHİ Ezcümle Almanlar Troia için günah çıkartıyorlar. Alman Konsolosu bana da iletti: "Troia, Traum und Wirklichkeit". Heyecan verici bir sergi kataloğu. Stutgart ve Braunschweig'daki sergiyi 300 bini aşkın ziyaretçi gezmiş. Bu bir arkeoloji sergisi için çok ciddi bir rakam. Emin olun, Türkiye'de hayal dahi edilemezdi. Bu ilgi ne için? Çünkü mirasçısı olduğumuz Troia çok özel bir yer. "Batı kültürünün ortak hafızasında" benzersiz bir yeri var. Homeros'u, İliada ve Odysseia Destanlarını bilmeyen var mı? İliada, Troia surları dışındaki Yunan savaşçılarının kavgalarını hikaye eder. Tabii hikayelerde bizim köşe içinde benzersiz ipuçları var. Savaşçılar, orada akınlar yapar ya da et için avlanırlardı. Kızarmış etlerinin yanında, gemilerini kumsala çeken denizciler tarafından oraya getirilen sert, tatlı kırmızı şarabı içerlerdi. Bu denizciler kıyıda bir pazar kurar, mevsimlik şarap karşılığında tutsak köle ve hayvan alırlardı. İ.Ö 1200 öncesinden yani neresinden baksanız 3000-3500 yıldan söz ediyoruz. Kör ozan bu dünyayı öyle tarif etmiştir ki, bugün dönemin yaşamına bakış atmak isteyenler için vazgeçilmez bir kılavuz gibidir. Şimdi sıkı durun; kuşatmanın yapıldığı Troia, Batı kültürünün ayrılmaz bir parçası olarak kabul olunurdu, biliyorsunuz. Ama son dönem arkeoloji dünyası, kazıları yürüten Prof. Korfmann artık bu fikirde değiller. Troia'nın antik çağ Anadolu kültürünün bir parçası olduğunu düşünüyorlar. Böylece Bizans düştükten sonra harabeleri gezen Fatih de "İşte şimdi Troia'nın öcünü aldım" dediğinde haklı çıkmış oluyor. Tarihini doğru dürüst bilmeyen, işin acısı merak da etmeyen bizler için aslında Troia'da bir hazine yatıyor. Hadi hazine sandığını açmışken size o günlerin bir mezesini sunalım: Zeytin Mezesi. Homeros ve Cato'dan yola çıkarak tarif ediyoruz: Siyah ve yeşil zeytinleri irice doğrayın. Kırmızı şarap sirkesi ve zeytinyağınla karıştırın. Üzerine rezene yaprağı, taze kişniş, sedef otu ve nane ekleyin, tekrar karıştırın. Sert bir koyun peyniri ve köy ekmeği ile birlikte deneyin. Şarap kadehinizi Troia'lı atalarımızın sıhhatine kaldırarak... Ne de olsa, bizim setteki film devam ediyor! "Troya" filmi turizm ve kültür açısından büyük etki yarattı.
|
|
|
|
|
|
|
|
|