Kimyası bozuk bir dönemin anısına
Mesut Yılmaz ve Güneş Taner Türkbank'tan dolayı Yüce Divan'a gönderilirken... "Türkbank nerede" diye soracak olursanız... Öldürülüp gömüldü. Kadim bankanın asıl sahibi gözüken binlerce çalışanı ve emeklisinin hayatlarıyla birlikte. İçi boşaltılan, mafya bulaştırılan, çürütülen, peşkeş çekilen, siyasi-ticari tezgahlarda döndürülen ve yine de yaşatılabilecek banka... Adeta " suç mahalli"nin ortadan kaldırılması, delillerin yok edilmesi gibi, imha edildi. Bir dönem, arka arkaya yazılarla "Türkbank çalışanları ve emeklilerinin sesi" ni yansıtmaya, gömme işleminin çirkin yüzünü didiklemeye çabaladım. Mafya-para-siyaset-ticaret-medya hattında, binlerce insanın geçmişiyle, emeğiyle, hayatıyla, geleceğiyle fütursuzca oynanmasının iğrençliğine öfkemle birlikte. Şu sıra "Türkbanklılar"dan mesajlar geliyor. Sonradan bir iş bulanı, yeni bir hayat kurabileni kadar, çöküntünün altında kalanlardan da. "Yüce Divan" dolayısıyla, o hiç unutmadıkları yıkımı hatırlatan ama "medyadaki o birkaç ses"i de anan vefa ve dostluk yüklü mesajlar. İnsan bir kez daha düşünüyor, bir kez daha öfkeleniyor: Mafya-para-siyaset-ticaret-medya güzergahı, kirli kumpaslarla ne çok insan hayatını hayasızca istimlak etti, yıkıp geçti diye.
Maksadım, artık en üst yargıya, "Yüce Divan"a gitmiş bir meselenin hukukunu yorumlamak değil. Ama hukuku kadar, bir de ahlakı var. Ve o sadece "Korkmaz Yiğit'e verilen Türkbank'taki fesat ve irtikap" zannından ve "Yüce Divan'a gidenler"den ibaret değil. Öncesi ve sonrasıyla, cinayetleri, banka soygunları, siyaset-iş dünyası, siyaset-medya, siyaset-mafya, devlet-yer altı ilişkileriyle, uzunca ve "derin kirli" bir dönemin ülkeye her koldan ihaneti. Şimdi "Yüce Divan"a uzanan yolculuk, o sırada muhalefetteki CHP'nin millet- vekili olan Fikri Sağlar'ın "Çakıcı-Yiğit" kasetini açıklamasıyla başlamıştı. "Yolcuların yolculuğu" değil elbette, ama yolculuğa tanıklığımız. Sağlar kaseti açıkladığı sırada, Türk- bank zaten verilmiş, asıl önemlisi, Korkmaz Yiğit medya patronu olmakta yol kat etmişti. En önemli halka da, Milliyet idi. Türkiye'de hiçbir gazetenin ne o gün, ne ondan önce, ne de bugün ulaşamadığı bir değere; 300 milyon dolara. Bu fiyat nasıl ortaya çıkmıştı, bilmiyorum. Kimler, nasıl belirlemişti, bilmiyorum. Bildiğim; Milliyet'i "satmak zorunda kaldığı için üzülen" Aydın Doğan'ın, kasetten sonra Ecevit'in müdahil olması ve çalışanların tavrı sonucu tekrar gazeteye dönüşündeki içten duygusallığı dışında, 300 milyon doların "anormal bir meblağ" olduğu idi. Ama bir başka ilginç nokta şuydu: Mesela Deniz Baykal, Fikri Sağlar'ın kaseti açıklama talebini neden (en azından bir süre) durdurmak istemişti? Sağlar "ona rağmen" mi açıklamıştı? Sağlar, kaset hakkında, açıklamadan önce, kimlere de bilgi vermiş yahut içeriğini aktarmıştı? Açıklamasına kadar kimler kulaklarının üstüne yatmıştı?
Türkbank da işte o an Yiğit'in elinden düştü. "600 milyon dolara satılabilen", zaten bir o kadar da kaynağı olan banka bunun üstüne apar topar "öldürüldü". Sanki pisliğin sorumlusu, bankanın kadim sahibi çalışanlar ve emeklilermiş gibi, daha da çürütüldü ve sonunda onların gözyaşlarıyla gömüldü. 1998'deki "Yılmaz koalisyonu"ndan izleyen "DSP-MHP-ANAP koalisyonu"nun sonlarına kadar, bir kısım medyanın bu konudaki suskunluğu dikkat çekicidir. Şimdi, AKP iktidarında "Yüce Divan" başlıkları atanların, "Yüce Divan sanıkları" ile ense-tokat hısımlıkları da. Divan'a yatması gereken, "kimyası bozuk" bir dönemin tüm hatları, tüm haltlarıdır!
|