|
|
|
|
|
Zenginler havyarla yaşamaz
|
|
Zenginlerin her gün havyar ve ıstakoz yiyerek karınlarını doyurduklarını sananlar var; 1000 dolarlık omlet yapan New Yorklu aşçı gibi. Oysa gelir düzeyi yükseldikçe, insanlar yağsız salatayı havyara tercih ediyor
19 Mayıs tarihli hemen tüm gazetelerimizde bir haber yayınlandı: Amerika'nın New York kentinde Le Parker Meridien Oteli, lüks restoranında sıradan omlet yemekten sıkılan milyarderlere farklı bir seçenek sunmaktaydı. 1000 dolar, yani yaklaşık 1.5 milyar lira fiyat koyduğu özel bir omleti menüsüne katmıştı. Yaratıcısı şef Emile Castilyo'nun "Zillion Dolar Frittata" adını verdiği omlet; 280 gram sevruga havyarı, 6 yumurta ve bir bütün ıstakozla pişiriliyor ve şef haftalarca menüde kaldığı halde, bir Allahın kulunun çıkıp da güzelim omleti ısmarlamayışına hayret ediyordu. El insaf!..
Şef Castilyo ya hesap bilmiyor ya da zenginlerin yemek alışkanlıkları hakkında en küçük bir bilgiye bile sahip değil. Gerçi dünyamızın aileden varlıklı ya da sonradan görme nice zengini canının çektiği bir yemeğe gözünü bile kırpmadan bin doları sayabilir. Ancak bu kadar havyar, yumurta ve ıstakoz, herhalde şanına layık bir biçimde gut hastalığı ya da yüksek kolesterolün getireceği komplikasyonlarla intihar etmeyi düşünen bir zenginin harcı olabilir.
YAĞSIZ SALATA VE MADEN SUYU Bense yıllar önce bunun tam tersi bir duruma çok şaşırmıştım. Paris'de dönemin en lüks restoranı Maxim's'e öğlen yemeği için giden sosyete ünlülerinin en gözde menüsünün ne olduğunu bir dergide okumuştum. Jet sosyete mensuplarının yalnızca aromatik sirkeyle tatlandırılmış yağsız bir salata yediklerini, içecek olarak da maden suyunu tercih ettiklerini öğrenmiştim. Michelin yıldızlı bir gurme restoranına gidip yağsız salatayı maden suyuyla görünmüştü bana. Böylesine bir davranışı, kendi kendine işkence etmenin değişik bir yolu ya da çevredekilere ilginç görünerek hava atma yöntemi saymıştım. O yıllarda toplumumuz içinde gelir uçurumu henüz bu boyutlara çıkmamıştı ve lüks yiyeceklere özlem duyan insanlarımız New Yorklu şef kadar olmasa da, ıstakozları, havyarlı egzotik şarküteri ürünlerini refah göstergesi sayıyordu.
Henüz gökdelenler de ülkemize dek ulaşmamıştı ve bugün plazalardaki bürolardan food- court'lara öğle tatilinde hızlı asansörlerle inenlerin genelde yaptıkları gibi, yağsız sebzelerle nefislerini köreltmiyorlardı. Derken diktatör Çavuşesku devrildikten kısa bir süre sonra, bizden önce Avrupa Birliği'ne alınacağından kuşku duymadığım Romanya'nın başkenti Bükreş'e gitmiştim. Bu ülkeye daha önce haber için gönderilen gazeteci arkadaşlarım, biraz şaka yollu, yanımda konserve götürmemi salık vermişlerdi; doğru dürüst yiyecek bir şey bulamadıkları için! Oysa ben ülkenin kaymak tabakasının uğradığı bazı kalburüstü mekânlarda çok daha değişik bir durumla karşılaştım: Altı kişilik çay tepsisi büyüklüğünde bir tabak düşünün, içinde belki yedi, sekiz çeşit meze tıkabasa yer almış. Ucundan kenarından atıştırmaya başlıyorum. Ancak tabağın yarısında pes ediyorum. Çünkü insanı obur bir fil yerine koyan aile boyu bir porsiyon bu. İkinci yemek, yine aynı büyüklükte bir tabağın içinde bir kuzu budunun yaklaşık üçte biri kadarı. Etrafını çeşitli garnitürler örtmüş.
Çatal bıçağın çalışacağı alan bile bırakılmamış. Yanında tek başına karın doyurabilecek bir salata. Ardından da kocaman bir tatlı tabağı. olduğu bir dönemde bir basın daveti çerçevesinde birkaç gün kaldığım Romanya'da, ülkenin kara para sahibi zenginlerinin uğradığı kalburüstü mekânlarda karşılaştığım ortam, insana adeta tiksinti verecek boyutlardaydı. Bükreş'deki günlerimde öğle ve akşam yemeklerine kentin en lüks restoranlarında benzer biçimde ağırlanıyordum. Ne var ki, ilk yemeğin en fazla yarısından sonra tıkanıyordum. Bundan sonraki tabaklar geldiği gibi dolu olarak tekrar mutfağa geri götürülüyordu. Bir öğün yemeğin, bir öğretmenin bir-bir buçuk aylık maaşı ödenerek yendiği bu restoranlarda, yiyeceklerin kalitesi ülkemizdeki en uyduruk aşçı dükkanındakilerden daha kötüydü. Ama bu miktarlarda yemek aç insanların, hem karınlarını hem gözlerini doyuruyordu. Yemeklerin kalitesine ise kulak asan yoktu.
NİCELİK YERİNE NİTELİK Ortaçağ ve Rönesans Avrupası'nda da durumun buna benzediğini kültür tarihleri yazıyor. Halkın sürekli açlık tehdidiyle yaşadığı, sık sık tekrarlanan kıtlık zamanlarında ise açlıktan öldüğü endüstri çağı öncesinin Avrupa'sında soylular, saray sofralarında zenginliklerini sadece gıda maddelerinin bolluğu ile sergiliyorlardı. Katarina de Medici'nin 1549'da Paris'te verdiği, 24 değişik hayvan türünden hazırlanmış yiyeceklerin sunulduğu ziyafet gibi efsaneleşmiş davetler, yiyeceklerin kalitesiyle değil, miktarlarıyla dikkati çekiyordu. Ancak 18. yüzyılda, bir yandan daha iyi hasat dönemlerinin yaşanması, bir yandan da ticaret bağlantılarının geliştirilmesi sonucu, genel açlık yavaş yavaş azalırken, bunlara paralel olarak mutfak sanatı da gelişmeye başladı. Yine de insanların gözü kolay doymuyordu. Fransa'nın ünlü yemek meraklılarından romancı Alexandre Dumas için en süper ziyafet, bir zeytin tanesinin içindeki küçük bir parça sardalye balığıydı. Ancak bu küçücük lokmanın içinde pişmesi, tarlakuşunun ise bir bıldırcına, bıldırcın kekliğe, onun da bir sülünün içine yerleştirilmesi, bunların bir hindinin içine harç olarak konması gerekiyordu. Bunun ardından, hindi, içindekilerle birlikte bir sütdomuzunun içine dolduruluyor, fırınlanıyordu.
Dumas, sadece en içteki sardalya ve onu çevreleyen zeytin tanesinin yenebileceğini söylüyordu. Yalnızca sardalyenin yenmesi de, zeytini çevreleyen hayvanlara el sürülmesi de görgüsüzlüktü Dumas'ya göre. Zamanla Avrupa'da insanların karnı da, gözü de doymaya başladı. Bunun sonucu olarak yenen yemeklerin porsiyonları küçülmeye, yemeklerin nicelikleri değil, nitelikleri ön plana geçmeye başladı. Nitekim benim gittiğim o günlerden bu yana Romanya'da da insanların gözü doymuş durumda. Artık kimse dev porsiyonlarla konuklarını etkilemeye çalışmıyor. New Yorklu şefin omleti de günümüzde refah göstergesi olmaktan çoktan çıktı. Yemek miktarlarının azalması bir uygarlık ve gelişmişlik göstergesiyse, ben, çok şükür Çavuşesku sonrası Romenlere göre daha iyi bir konumdayım. Ne var ki, bu alanda yıllar önce Paris sosyetesinin başlattığı, bugün plaza kafeteryalarında süren yağsız salata düzeyine de ulaşmış değilim. Açıkçası onlara özendiğimi de söyleyemem.
|
|
|
|
|
|
|
|
|