|
Çatalsız bir dünyaya doğru
|
|
16. yüzyılda sofralara giren çatal bıçağın yerini, şimdi neredeyse plastikten gülünç bir kokteyl kürdanı ya da beş parmağımız alıyor
Batı çoktan eski Mısır'ı solladı. Oturarak yemek yemek, şimdi yerini yürüyerek yemek yemeye bıraktı. Bugün neredeyse her yerde ellerimizle yemek yiyebiliyoruz
Hiç fark ettiniz mi, çatalı gereksiz bulma eğilimi nasıl da çığ gibi yayılıyor çevremizde? Çatal kültürü, hepimizin gözleri önünde, bir zamanlar yemek için hiç uygun sayılmayan pozisyonda, yani ayakta birşeyler atıştırmanın moda haline gelmesiyle birlikte hızla yok olup gidiyor. Bugün artık kaç anne, çocuğunu, bir zamanlar benimkinin beni uyardığı gibi, "Yemek elle yenmez. Çatal bıçak ne güne duruyor?" diye uyarıyor. Uyarsa bile, bu tür sözleri kaç çocuk ciddiye alıyor ki? Çünkü özellikle büyük kentler, sandviççiden sandviççiye, hamburgerciden hamburgerciye, lahmacuncuya, içliköfteciye, fırın patatesçiye seğirten ve buralarda büyük bir iştahla elleriyle yiyen aceleci insanlarla dolu. İki önemli kural nasıl oldu da rafa kalktı dersiniz? Kuralların birincisi, yemek için eve gitmekti bir zamanlar. Bu unutuldu. Artık herkes kendine uygun yerde karnını doyuruyor. İkincisi ise, yemek elle yenmezdi. Doğrusu, bu da tarihe karıştı. İkinci kural, Avrupai eğitim almış çevrelerde yüzyılımızın ilk yarısına dek yalnızca belirli durumlarda hoşgörüyle karşılanırdı. Toleransla bakılanlar evsiz barksız kişilerdi. Onlar elleriyle yiyebilirlerdi. Ama iyi terbiye görmüş kişiler asla! Doğrusu ev dışında yenebilecek pek fazla şey de yoktu. Yine de çok eski zamanlarda bile genel yemek kurallarının dışına çıkma özlemleri yok değildi. Ancak bunlar çoğunlukla bir fantezi olarak kalıyor, uzak zamanlarda, uzak yerlerde, özellikle "Cucanja" adındaki bir ütopya ülkesinde geçiyordu. Kimileri için bir "karşı dünya" idi bu. Bir yeryüzü cenneti: "Irmaklarından şarap akıyor, irili ufaklı ekmekler mantar gibi çevrede bitiyordu. İnsanların ağzına sokulup, 'yut beni' diye yalvarıyorlardı adeta." İsa'nın doğumundan önceki beşinci yüzyıldan günümüze dek ulaşabilmiş bir tragedyanın birkaç sayfasında yer alan bilgiler bunlar. Bundan neredeyse 2500 yıl önce, İ.Ö. 5. yüzyılda çağının bir muhabiri Atina'dan Mısır'a yolculuk yapmış, burada Mısırlıların "Gelenek ve göreneklerinin büyük ölçüde öteki uluslarınkine ters olduğunu" saptamıştı. Öteki uluslardan kastettiği tabii ki Yunanlılardı. Herodot adlı o zamanın muhabirinin Mısırlıların tersliklerine örnek olarak verdiği ayrıntılardan biri, bugün bile ilginçliğini koruyor: "Bunlar ihtiyaçlarını evlerinde gideriyor, yemeği ise dışarıda, sokakta yiyorlar" diyor, "Buna da şöyle bir açıklama getiriyorlar: Çirkin ama zorunlu şeyleri gizlice yapmak gerekir. Çirkin olmayan ise açıkça yapılabilir." Ben şahsen mümkün olduğunca günde üç öğün, olabildiğince hep aynı saatlerde, sevdiğim, alıştığım insanlarla birlikte "sofraya oturmaktan" yanayım. Özellikle akşam yemeklerinin tüm ailenin buluştuğu, konuştuğu bir huzur ortamı olduğuna inanıyor, bugünün koşullarında bile bunu sürdürmek için çalışıyorum. Ama ben bu çabamı sürdürürken, okyanus ötesinde çoktan, "Aynı yemeği paylaşmak, toplum meydana getirme fiksiyonunu uyandırmaya yeterli mi, değil mi?" gibi sorular tartışılıyor. Bu soruların tartışıldığı ülkelerde büfelerde yalnız başlarına, sessizce tıkınan insanları görürsünüz. Batı, çoktan eski Mısır'ı yakalayıp solladı. İlkin oturarak yemek, yerini ayakta yemeye bıraktı. Şimdiyse yürüyerek yeme çağındayız. Henüz tüketim öncüsü Amerika'ya yetişmek için epey yolumuz var gibi görünüyor. Ama açığı hızla kapattığımız da kuşkusuz. 1960'lı yıllarda sinemada iki saat boyunca birşeyler yemeden duramayacağımızı anladığımızda, kabak çekirdeği, frigo- kasato ve popcorn gibi sinemaya özgü abur cubur sanayiinin gelişmesine katkıda bulunduk. Bu, eski Mısır'a benzeme yolunda atılmış ilk adımdı. Sonra, 70'li yılların başlarında sofra kültüründe birkaç adımlık bir sıçrama yaptık. Artık gönül rahatlığıyla yemek yerken parmaklarımızı kullanabiliyorduk. Bugün ise her yerde ellerimizle yemek yeme fırsatını buluyoruz. Çatal 16. yüzyılda kullanılmaya başlanmıştı. Ama bunun nedeni, hep öne sürüldüğü gibi, sofra adabını geliştirmek değildi. Çatal yalnızca rahatlık açısından tercih ediliyordu. İnsanlar bir kez yağlı ve yapış yapış şeyleri tutmaktan tiksinmeye başlayınca, böyle bir aletin bulunması doğaldı. 18. yüzyılda Batı toplumunda, özellikle kibar aileler içinde çatal iyice yerleşti ve o gün bugündür, çatal bıçak kullanmada fazla bir değişiklik olmadı. Sadece, önce kaşığı çorba dışında etkisiz kılan çatal, bıçağı da giderek ikinci plana attı. Bugün hala sofra adabı çatalın dört sivri dişi üzerinde ayakta duruyor. Şimdiyse çatalın yerini beş parmağımız ya da olsa olsa plastikten gülünç bir kokteyl kürdanı almaya hazırlanıyor. Yine de buna hayıflanmanın gereği yok. Sofra kurallarını arayan mı var ki? Ama ben kendi hesabıma, tabağımın son lokmasına kadar çatal ve bıçağı elimden bırakmak niyetinde değilim. Zira, söz konusu gastronomi bile olsa, İlkçağ'a dönmek bana hiç de cazip gelmiyor.
|