Egemenlik kayıtsız, şartsız...
Başbakan, partisinin meclis grubunda yaptığı konuşmada; rejim üzerinde "hiç bitmeyen" tartışmalara yeni bir boyut getirdi. "Toplumsal mutabakat, vekaleti veren milletin mutabakatıdır" dedi. Parlamentonun tek ve gerçek "egemen" olduğunu; onun üstünde başka bir güç bulunamayacağını belirtmiş oldu sözleriyle... Bu sözler doğal olarak tartışıldı. Başbakanın "yargı"sına katılmayanlar ise; parlamentonun son karar organı olmadığını vurguladılar. Ayrıca; siyasi partilerin oluşturduğu meclis çoğunluğunun; öteki toplumsal güç odaklarıyla sağlayacağı mutabakat ve uzlaşmanın demokrasi kültürünün temel şartı olduğunu kaydettiler. Siyasetin "geçmiş" tecrübeleri ve "tarih"i, her iki tarafın da "doğru"yu söylediğini gösteriyordu aslında. Eğer "bugün"ün meselelerinin çözümüne dair "pratik ve pragmatik" argümanlar ileri sürülüyorsa her iki taraf da yanlış ve yanılmış sayılamazdı. Lakin... Bugünün meselelerine sıkışmamış, evrensel düzeyde bir egemenlik tartışması yapılıyorsa her iki taraf da fena halde yanılıyordu. Egemenlik, ne tek başına parlamentonun; ne de onunla mutabakat halinde iktidarı paylaşan kurumlarındı. Egemenlik, ne milletin "vekil"i olan "millet meclisi"nin ve ne de hatta daha da önemlisi "millet"in de değildi. Evet... Egemenlik; vekalet sahibi parlamentoya ve o vekaletin kendisinden alındığı söylenen "millet"e ait bir keyfiyet sayılamazdı. Egemenliğin, "meclis" ve "devlet" gibi kurumlara ve "millet" gibi "halk" gibi "ümmet" gibi toplumsal katmanlara ait olduğunu söyleyen bütün teoriler geçmiş asırlara ait teorilerdi. Teori olarak devrini geçirmiş, ancak henüz tarihsel ömrünü bitirmemiş tanımlamalardı. "İnsan"lık tarihinin yaşadığı bütün serüvenlerden ve geçirdiği bütün tarihsel tecrübelerden sonra kabul edilmiş tek gerçek vardı: Egemenlik kayıtsız şartsız "insan"ındı. Egemenlik kayıtsız şartsız "birey"indi. Dünyaya tek başına gelen ve dünyadan tek başına giden insanın... Doğumdan ölüme geçen süreç içinde; insan o hakkını hiçbir zaman ve hiçbir durumda kimseye devretmiyordu aslında... O hakkını başkalarıyla paylaşır görünse de, egemenliğin tapusunu hep elinde bulunduruyordu. Aile içinde paylaşıyordu, okulda paylaşıyordu, iş yaşamında paylaşıyordu, siyasette paylaşıyordu, aşkta paylaşıyordu."Ulus"la paylaşıyordu. Ama hiçbir zaman devretmiyordu. "Tapu"ya sahip oldukça, hayatın her anında "kapı"yı vurup çıkmak hakkına da sahipti. Bu hakkı kullanıp kullanmaması ya da kullanamıyor olması; egemenliğin "tek başına" bireye ait olduğu gerçeğini değiştirmiyor. Hele siyasette... Egemenliğin gerçek anlamda kullanıldığı yer; ne siyasi parti yönetimleridir, ne meclis çoğunlukları; ne parlamento saraylarıdır, ne hükümet konakları... Egemenliğin gerçek anlamda kullanıldığı tek yer: İçine; ne "millet"in, ne millet "meclis"lerinin; ne "parti"lerin, ne "hükümet"lerin hiçbir şekilde sığmayacağı ve dünyanın her yanında sadece ve sadece bir tek "insan"ın kapısından girebileceği şekilde yapılmış olan "oy" kulübeleridir. O kulübeler tek kişiliktir, ne kardeş, ne eşle girilmez içine... Egemenliğin kaynağı insandır... Ve egemenlik kayıtsız şartsız insanındır... Eninde ve sonunda...
|