Çoğu zaman böyle olur. Romanları, şiirleri, resimleri, heykelleri, filmleri ya da şarkılarıyla beğendiğimiz bir sanatçının etli-kemikli kendisiyle karşılaşınca hayal kırıklığına uğrar, onu terkederiz. Örneğin, romanlarını satır satır içerek okuduğunuz, hikayelerinden damıtılmış yaşam sesleri duyduğunuz, sihirli dünyalar kurmakta usta, sözcük büyücüsü yazarınızla tanışırsınız. Hani fotoğraflarındaki o yaramaz ama duyarlı bakışını aşkın bir çeşidi olarak gönlünüzde saklamışsınızdır.
Ya da şiirleriyle kuşakları etkilemiş, mısraları dillerde dolaşan, ufak tefek, çelimsiz görüntüsüne karşın yandan çarklı gülüşüyle bütün erkek güzellerinden daha fazla yüreğinizi hoplatan şairinizle tanışırsınız.
Veyahut, paranız olduğu bir zaman, ileride bir gün orijinal bir resmini satın alıp, evinizin başköşesine asarak, saatlerce seyretmeyi deliler gibi istediğiniz o hülyalı renklerin gizemli ressamıyla ya da şahane soyut figürleriyle yaşamınıza derin estetik haz katan o ünlü karizmatik heykeltraşla tanışırsınız.
Edebiyat tarihimize daha yaşarken geçmiş, o müthiş romanların yazarı imza gününde gözlerini arkasına sımsıkı sakladığı mavi gözlükleriyle gelir, kitabevinin yöneticisiyle vıcık vıcık konuşur, fotoğrafını çeken bir gazeteciyi azarlar. Üstelik tırnaklarını mora boyamıştır. İçiniz kalkar. Kitabınızı imzalatmadan çeker, gidersiniz.
Hayallerinizin şairi aynı lokantada bitişik masada yemek yemektedir, tam heyecanla dönüp, övgü dolu bir şeyler söyleyeceksinizdir ki, şairin kızı yaşındaki çıtırlara kendini beğendirmek için yaptığı şaklabanlıkları görür, kızların onunla alay edişini içiniz sızlayarak izlersiniz.
Hülyalı renklerin ressamıysa hasta derecede bir magazin ve metafizik tutkunu çıkar. Yalnızca 'Kim kiminle nerede ne yapmış?' dedikoduları, fallar ve büyülerden oluşan bir dünyada yaşamaktadır. Tanıştığınızda konuşacak tek konu bulamazsınız. Karizmatik heykeltraş da kolej mezunu olmayanı adamdan saymayan bir züppe, had safhada megalomandır. Konuşma ilerledikçe despot, hatta faşizan bir kişiliği olduğunu hisseder, şok geçirirsiniz.
"En müthiş yazar kendisiyle tanışılmamış olandır!" diyorum Deniz'e buluştuğumuzda. Daha 'merhaba' demeden bunu söyleyince şaşırıyor. "Yani en müthiş aktör, kendisiyle tanışılmamış olandır Denizciğim!"
"Amaan boşver onu. Çok büyük hayal kırıklığı yaşattı bana ya!"
Özel yaşamlarını, özel hayat alanları olarak korumak inceliği ve kişiliğine sahip sanatçıları yalnızca eserleriyle tanırız. Ama bu arada boş durmaz, onları yarattıkları roman, şiir, resim, heykel, besteleriyle, ya da oynadıkları filmlerdeki rolleriyle özdeşleştirir, bunu ilkgençlik yıllarında mutlaka abartır, o sanatçılarının insani zaaf ve özelliklerini aklımıza bile getirmeyiz. Sonra da tanışma anlarında yüzümüze çarpan 'onların da tıpkı bizler gibi insan' olduğu gerçeğinin yarattığı düş kırıklığıyla hüsrana uğrar, bu kez de onlardan buzzz gibi soğuruz. Bu sanatçı eğer büyük hayranlık duyduğumuz biriyse, biraz öncesine kadar onun gönüllü reklamcısıyken, hayranlık aynı derecede büyük nefrete dönüşebilir ve hakkında kötü yayın yapmaya bile başlayabiliriz. Çünkü aldatılmışlık duygusu öfkeyle beraber gelir.
Oysa sanatçının kişiliğini işinden ayırt edebilmeyi öğrenmek gerekir. Bu çok çetin ve uzun bir öğretidir ve acıtır. Ama bu sıkntılara değer. Çünkü sanatçıları yarattıkları eserler, verdikleri ürünlerle değerlendirebilmek aslında kendi yaşamımızda da önemli bir gelişmeye yol açacak; bunu öğrenince arkadaşlarımızdan aşklarımıza, anne-babamızdan çocuklarımıza kendimizi ve sevdiklerimizi özgürleştirmeye başlayacağızdır. İnsanları yaptıkları işler ve yetenekleriyle değerlendirebilmek çocukluktan, yetişkinliğe geçmek; yani büyümektir. Hem Türkiye'nin, hem de birey olarak hepimizin özgür yetişkinler olmayı artık hakettiğimizi düşünüyorum. Deniz, J.N.'yi insan olarak beğenmese de onun büyük bir aktör olduğunun hakkını verebilmelidir. Zaten Gugukkuşu Yuvasından Biri Uçtu ve Postacı Kapıyı İki Kere Çalar'daki oyunculuğunu unutmak olası mı?