kapat
06.02.2002
 SON DAKİKA
 EDİTÖR
 YAZARLAR
 HABER İNDEKS
banner
 EKONOMİ
 FİNANS
 MARKET
banner
 TÜRKİYE
 DÜNYA
 POLİTİKA
 SPOR
 GALOP
 MAGAZİN
 SAĞLIK
 KAMPUS
 HYDEPARK
 İNANÇ
 ANKETLER
 ŞAMDAN
 DİYET
 TATLILAR
 CİNSELLİK
 PAZAR SABAH
 KİTAP
 SİNEMA
 SANAT
 RENKLER
 GURME
 TARİH
 SUNNY
 HIGH-TECH
 YAT&TEKNE
 NET YORUM
 NET GÜNDEM
 MELODİ
 ASTROLOJİ
 SARI SAYFA
 METEO
 TRAFİK
 ŞANS&OYUN
 ACİL TEL
 KÜNYE
 WEB REKLAM
 ARŞİV
 
Tektip düşün(me) ve ifade et(me) yoksa cezalandırılırsın!

Babaannem iyice yaşlandığında çevresindekilere gına getirecek kadar inat ve ısrarla istediği bir şey ona geciktirilerek getirildiğinde elinin tersiyle iter ve 'Yok, artık sıdkım sıyrıldı' der, herkesi kızdırırdı.
Sıyrılmayı az çok anlayacak yaştaydım ama 'sıdkı'yı bir türlü anlamazdım. Mahallede mutlaka bir Sıdkı Bey Amca bulunurdu ama onunla da hiç görüşmezdi ki rahmetli. İlkgençlik yıllarımda umut ve inançla bağlandığım düşüncelerin ve gerçekleşmesi için heyecanla mücadele ettiğim hemen bütün dönüşümlerin hantal bürokrasi, ya da tektip insan yetiştirme ideolojisinin toplum-okul-sistem üçgenine çarparak her parçalanışında canım yanardı. Canım çok yanardı. İşte tam o anlarda babaaanemin sıdkının sıyrılışındaki gizem çözülür, anlamını bilmeden o duyguyu algılamaya başlardım. Umutlarım, daha hoşgörülü ve özgür bir toplum, halka hizmet etme anlayışındaki dinamik devlet, farklılıktan korkmayan, aksine farklı olandaki özelliğin değerlendirileceği, serpilmesine olanak tanınacağı bir sisteme bir gün kavuşmak üzerineydi. Dönüşümün ezbercilikten yaratıcılığa, kurnazlıktan akıllı olmaya, duygusallıktan nesnelliğe doğru olmasını isteyen gençlerden biriydim. Fakat 21.yy'a resmen başladığımız bugünlerde düşüncelerimizi hâlâ sımsıkı kalıplar ve artık pratikle örtüşmeyen kanun- kurallarla sınırlamaya çalışan, aksini de cezalandırmayı isteyen zihniyeti endişeyle izliyorum. Türkiye'de farklı düşünmeye, yazmaya, davranmaya ve farklı olmaya, yani 'resmi'-bizimkine aykırı olana karşı aydınından- cahiline, eğitimcisinden- yöneticisine kadar hepimizin içinde saklı olan faşizmin şiddetinde yirmi yıl öncesine göre bir değişiklik olmadığını üzüntüyle izliyorum.

Öğretmenlerimizden siyasetçimize, futbolseverimizden sanatseverimize kalbimizin derinliklerine sinmiş bir öfke, hoşgörüsüzlük ve kahretme arzusuyla bize benzemeyeni değiştirmeye zorluyor, başaramazsak yokediyoruz. Sonra da gençlerimiz neden intihar ediyor diye çok ama çok merak ediyor, suçu marjinal giysilere, fantezi oyunlara veya falan feşmekana yükleyip vicdanlarımızı havalandırıyoruz. Ama bu rahatlamanın sahteliği konusunda kendimizle asla yüzleşmiyoruz.

Bir yandan okullarımız çocukları disiplin etmek adına ve elbette yalnızca ama yalnızca çocukların iyiliği için farklılığı, gençlik ruhunun doğasındaki heyecanı baskılamanın en sert yollarını arayış içindeler. En fazla hoşgörü ve anlayışa gereksinilen ergenlik çağındaki gençler tam tersi bir katılığın ve ceza sisteminin hakim olduğu bir eğitim sisteminde bir çeşit 'normalleştirme' operasyonundan geçirilmekteler. Onbir yaşındaki çocuklarımız sınıfta 'kırmızı kart' almak tehdidiyle geceleri kabuslar görürüken, son haftalarda gazeteci ve yazarlarımız TCK 312. ve 159. maddelerinde yapılacak yenilikten sonra hapsedilmeden düşüncelerini nasıl ifade edebileceklerini kara kara düşünerek gecelerini uykusuz geçiriyorlar. Zaten sınırlı bulduğumuz özgürlüklerimiz bile elimizden alınmak üzere. Öte yandan sanki birileri 2002 yılında memlekette Ğyine- büyük bir ekonomik kriz yaşanır, işsizler ordusu giderek büyür ve yolsuzluklar cezasız kalmaya devam ederken, düşünce ve ifade özgürlüğü üzerine kafa yormanın- yine- lüks olduğunu bize anlatıyor ve toplum yine sessiz.

Köşe yazılarını severek okuduğum Nuray Mert'in çok yerinde bir saptamasıyla toplumsal bir karşılığı olmadan ne düşünce, ne de ifade özgürlüğüne kavuşabiliriz. Ne zaman ki, okullarımızda katı ve anlayışsız disiplin yerine hoşgörülü ve saygılı bir eğitim isteyen veliler bu konuda eğitimcilere baskı yapacak, ne zaman ki, bizim insanımız için düşünce ve ifade özgürlüğünün lüks değil, bir gereksinme ve hak olduğuna inanan toplum, siyasetçilere sivil inisiyatifin ağırlığını hissettirecektir, işte ancak o zaman başkalarına muhtaç olmayan, başı dik bir ulus olma umudumuz yeşerecektir. Yoksa yaygın olan 'Avrupa Birliği nasılsa bizim yerimize yapar' kolaycılığıyla yüzyıllardır mahkum olduğumuz tektip düşünme özürlülüğümüze devam ederek, kendi kendimizin yaratıcılığını, gelişmesini yoketmeyi sürdüreceğiz.

Eğer babaannem kol böreği ya da kadife kese yerine 'düşünce ve ifade özgürlüğü isterim' diye canımıza okuyor olsaydı ve 2001 yılında bu konularda daha da geriye gittiğimizi görseydi, çoktan sıdkı sıyrılır, soğurdu. Ama ben bu konuda baanneme benzemiyorum. Benim hala umudum var. Benim hala sıdkım sıyrılmadı sevgili Kamile Kadın!

CİDDİ BİR SOSYAL YARA: DOSTLUK

Geçen hafta yazdığım Dostluğun Cinsiyeti Yoktur başlıklı yazım, şimdiye kadar aldığım okur e-postaları arasında rekor kırdı, yüzlerce e-mesaj aldım. Mesajların bir kısmı çok öfkeli erkek okurlardandı ve kadınlarla asla dostluk edilemeyeceğini tanınmış makenlerin kol, bacak ve butlarından örneklerle açıklıyorlardı. Bu tür mektuplar, karşı cinsten insanlarla dostluk eden kadınların çirkin, erkeklerinse eşcinsel olduklarını kendilerine has bir dille açıklıyorlardı. İşte TEKTİP düşünme modelinin yarattığı bir zihniyet örneği! Farklı yaş gruplarından yazan kadın okurlarsa bana teşekkür ediyorlardı. Bir de kadınlara cinsel nesne olarak bakan hemcinslerine kızan erkek okur mektupları var. Sonuçta ülkemizde kadın-erkek dostluğunun ciddi bir sosyal yara olduğu bir kez daha ortaya çıktı. Uzmanların konuya ilgilerini çekmek için sizlerle paylaşıyorum. Dostunuz bol olsun!



<< Geri dön Yazıcıya yolla Favorilere Ekle Ana Sayfa Yap

Copyright © 2001, MERKEZ GAZETE DERGİ BASIM YAYINCILIK SANAYİ VE TİCARET A.Ş. - Tüm hakları saklıdır