7 yıllık genel müdürü savaşa kim gönderir?
Muhabirken, bir olay patladığında, müdürünüzün gözünün içine bakarsınız, "Beni gönderse" diye. Ama adınızın önünde, 7 yıldır "Genel Müdür" titrini taşıyorsanız iş biraz zor... Kendinizi yiyorsunuz...
Savaş... Son birkaç aydır, istisnai günler dışında, en önemli gündem maddesiydi... Afganistan'da savaş, Ortadoğu'da savaş... İnsanoğlunun bitip tükenmek bilmeyen hırsının en şiddetli dışavurumunu izledik, sabah akşam, durmaksızın. Televizyonlardan, gazetelerden... Kan, yıkım ve acı olarak özetlenebilecek bu sahneleri görmek hoşumuza gitmedi elbette.
Ama, damarlarınızda akan kanda, 18 yıllık meslek aşkı da dolaşıyorsa iş biraz değişiyor; açıkçası. O görüntüleri izlerken, "Keşke ben de orada olsam, o vizörün arkasındaki göz, deklanşöre basan parmak benim olsa..." diye iç geçiriyorsunuz. Ve eski anılar geliyor aklınıza.
ESKİ GÜNLER
Her ne kadar, Coşkun Aral, kardeşi Sedat Aral, Savaş Ay, Bengüç Özerdem ya da Ahmet Utlu kadar savaş muhabirliği tecrübemiz olmasa da, sıcak bölgelerde geçen günleri düşünüyoruz. Şimdi Sabah Haber Ajansı Genel Müdür Yardımcısı olan arkadaşım Sezai Elgin'le birlikte, nöbetleşe olarak izlediğimiz savaşı ve ardından gelen barış sürecini anlatmaya koyuluyoruz büyük bir iştahla... "Biz Somali'deyken..." diye başlıyor cümleler...
Ardından Romanya'da yaşadıklarımız geliyor aklıma. Devrim sırasında; arkadaşım Korcan Karar ile birlikte arabaya atlayıp İstanbul'dan Romanya'ya gidişimiz; Bükreş yakınlarında bir arama noktasında, esir alınışımız, Korcan'ın arabanın ön tarafında elleri havada, benim de direksiyon başında merkeze götürülüp sorgulanışımız, Çavuşesku taraftarları ile bir bağlantımızın olmadığını anlatana kadar akla karayı seçmemiz...
Ve arkadaşımız Emre Aygen'in bizim kadar şanslı olmadığını düşünüyorum; bir arama noktasından açılan ateş sonucu başından vurulduğunu; günler süren tedavilerden sonra yaşama döndüğünü hatırlayarak. Körfez Savaşı sırasında Ürdün'de, İsrail'de geçirdiğim, bomba sesleriyle bölünen uzun geceleri, gaz maskesine alışma çabalarını anımsıyorum sonra.
Şırnak'ta, bomba düşen bir binayı görüntülemek için, elinde beyaz bayrakla yürürken kör kurşunlara hedef olan İzzet Kezer'i anıyorum, burnumun direği sızlayarak.
Kuzey Irak'taki harekat sırasında, PKK'lıların siperlerinde mayına basıp ayağı parçalanan bir askeri; gözlerimiz yaşararak görüntüleyişimizi ise hiç unutamıyorum. Ancak, bütün bunlar engellemiyor, "olayın içinde olma" isteğini, tersine körüklüyor...
Muhabirken; bir olay patladığında, şefinizin, müdürünüzün gözünün içine bakarsınız, "Beni gönderse" diye. Eğer seçilen siz değilseniz, kıskançlık gözünüzü kör eder... Ama adınızın önünde, 7 yıldır "Genel Müdür" titrini taşıyorsanız iş biraz daha zorlaşıyor. "Beni göndermedi" diye kızacak birilerini de bulamıyorsunuz, kendi kendinizi yiyip bitiriyorsunuz.
HAYATIN İÇİNDEN
Ekibinizi bırakıp, "Hadi eyvallah, ben oturmaya dayanamıyorum, kalkıp gidiyorum" da diyemiyorsunuz... Onun yerine, güvendiğiniz, inandığınız bir arkadaşınızı salıyorsunuz savaşın, kaosun ortasına... O sizin eliniz, ayağınız, gözünüz, kulağınız oluyor. Yüreğiniz biraz sıkışıyor, "Ya ona bir şey olursa" korkusuyla; ama biliyorsunuz ki o çok mutlu, hayatı yaşamaya gittiği için...
Hele bir de; Amerikan askerlerini Afganistan'da görüntüleyen ilk kişi sizin muhabirinizse; dünyanın en büyük gazeteleri "Recai Kömür-SHA" imzasıyla yayınlıyorsa o fotoğrafları... Ya da, Arafat'ın yanmış helikopterlerini sayfalara ilk taşıyan Ali Özlüer'se, bir başka muhabirinizse... O zaman tarifsiz oluyor yaşadığınız haz. Neyse; bu başka bir yazı konusu...
Bunları niçin yazdım? Bir Amerikan dergisinin, Talk'un sayfalarında CNN'in, BBC'nin, Reuters'ın devasa ekiplerinin -dikkat edin 'muhabirleri' demiyorum, çünkü onlar neredeyse ordu gibi gidiyorlar, savaş takibine- çalışma koşullarını gördüğüm için...
Bu yazının devamında, yabancı medya kuruluşlarıyla "bizim cengaverlerin" arasındaki fark olacak...
|
|