-Ayrıldınız mı?
-Evet!
-Ne diyeyim? Hayırlısı... Ama birlikte iyiydiniz be!
-Hııı!
-Merakıma bozulma ama, sormadan yapamadım: O da yalnız mı geçirmiş acaba yılbaşını? Hani şey diyorum... Belki bir daha denersiniz.
-Hayır, belki kalbi yalnızdı ama bayağı "kalabalık" arasında geçirdi yılbaşını...
(Sessizlik)
-Biliyor musun asıl neye bozuluyorum? Çevresindeki herkese "Heyooo! Sevgilimden ayrıldım! Beni bekle hayat, geliyorum!" diye sevinç çığlıklı mesajlar atmış; mailler göndermiş... Oysa ayrılırken ağlıyorduk birlikte. Ve beni ayrılmayı öteden beri hesaplamış olmakla suçluyordu.
-Ne demek istiyorsun?
-Hiç!.. Yani... Bu kadar sevinecekse neden birlikteydik, neden ayrılmakta zorlandı? Ve... İnsan sevgilisinden ayrıldığını sevinçle etrafa haber veriyorsa gerçekten sevgilisinden söz ediyor olabilir mi? Beni hiç sevmemiş sanırım... Ya da benim aklım ermiyor bütün bunlara!
(Sessizlik... Uzun, çok uzun sessizlik... Bir tür dil tutulması sanki!)
***
Yeni yılın üçüncü günü...
Bir cafe'de bu konuşmaya istemeden tanık oluyorum.
Tanıdık bir olay örgüsü...
Tanıdık bir çıkmaz sokak tarifi...
Tanıdık bir şaşkınlık..
Ve sancı...
Aklıma D.H.Lawrence'ın sözleri geliyor: "Hepimiz yalancıyız; çünkü dünün doğruları yarının yalanları olup çıkıyor." Tam böyle miydi usta yazarın sözleri, şimdi hatırlamıyorum. Ama hatırladığım hali kafamdan geçenlere uygun düşüyor.
Çıkıyorum cafe'den dışarı...
Hava buz gibi!
Yürürken nasıl bir kıtlık ekonomisi içinde yaşadığımızı düşünüyorum.
Hayır, eşyaların, malların, para-pulun kıtlığından söz etmiyorum.
Duyguların kıtlığından söz ediyorum...
Sevmenin, iktidar duygusunun, heveslerin, arzuların, hazların ekonomisinden söz ediyorum.
Nasıl da kıtlık bilinci yapıştı modern insanın yakasına!
Üstüne üstlük zaman da kıt!!!
Hiçbir şey yetmiyor bize artık!
Bu yüzden her şeyden bir parça alıp duygu ambarına atıyoruz... (Aman elde bulunsun!)
Bir parça sevgi; birkaç parça sevilme; bolca pohpohlanma ve onaylanma (bu makarna, un nevinden sayılıyor!) duygusu; cinsel zafer öyküleri ve eğlenme tatmini... Kapıp bir yana, en azından belleğimize atıveriyoruz bunları.
O nedenle farkında değiliz ya, hayata da sürtünüp geçiyoruz.
O kadar! Sürtünüp geçiyoruz...
"Aman elde bulunsun!" diye peşinden koştuğumuz ve dar vakitlere sığdırdığımız nice duygu zihnimizde, kalbimizde, hayatımızda damıtılma imkanı bulamıyor.
Hatta bu kıtlık bilinci ve korkusu yüzünden bazılarımız stokçudan da beter; bir tür yağmacı gibi davranıyor. Bir duygu işportasından ötekine yağma heyecanıyla koşuşturuyor bazılarımız.
"Haydi biraz da şu duygudan tadalım, haydi eksik kalmasın, şunu da yaşayalım!"
Bu durumda...
"Sevgilim" sözü eski çağlardaki ağırlığını taşımıyor elbette!
Ağırlık deyimini sadece "kiloca" kullanmıyorum.
Eskiden sevgili olmak zamanı durdurmak; dahası zaman duygusunun dışına çıkmaktı!
Bugün her şey gibi ilişkiler de hızlı!
Son sürat duvara çarpmanın heyecanını taşısalar "trajik serüvenler" gözüyle bakardım belki!
Fakat ne gezer! İlişkilerin kaderi artık hızla yaşlanmak, hızla gelip geçmek, hızla kabuk değiştirmek...
Üstü açık, rengi gök mavisi Mustang'in sürücü koltuğunda, saçlarınızı rüzgara bırakarak uçsuz bucaksız bir asfaltta ilerlemek sanıyorsanız günümüz ilişkilerini, biraz daha düşünün derim...
Bugünün ilişkilerindeki hız hastayı hastaneye yetiştirmeye çalışan ambulanslarınkini andırıyor daha çok!..
İşte bu yüzden...
Bu yüzden, sevgili gitmesin diye ayaklarına kapanan genç kadın veya adam, sevgili gittikten hemen sonra koşup bilgisayarının başına geçiyor ve yakın dostlarına mektup gönderiyor: "Sevgilimden ayrıldım ey hayat! Sıkı dur, ben geliyorum!"
Oysa bilmiyor ki, hayat da bizi beklemiyor!
Biz ne zaman peşine düşsek, hayat daha hızlı yol alıyor bir başka durağa doğru!