Pazartesi günü TRT 4'deki, alaturka saz heyetiyle koro; Osman Nihat'ın nihavent'lerinden de şarkılar çalıp söyledi; "Yine bu yıl Ada sensiz içime hiç sinmedi...", "Bir ihtimal daha var, o da ölmek mi dersin..."
Neden bilmem, gözlerim dolar gibi oldu...
Ankara'daki gençlik yıllarında, Osman Nihat'la yakın bir dostluğumuz vardı. Kendisi -Türkiye "telif hakkı" bilincinden yoksun olduğu için- hem Ulaştırma Bakanlığı Neşriyat Müdürlüğü'nde görevliydi, hem de Ulus gazetesi yazarlarındandı. Ben de aynı gazetede çalıştığım için tanışmış, dost olmuştuk...
Ahmet Rasim'in, futbola da meraklı olan torunu; bestekârlığından, sanki kendisinin de haberi yokmuş gibi, güncel bir portre çizerdi benimle olduğu sıralarda... Ne müzikten söz ederdi, ne de dedesinden...
Ve her gece konsomatris kızların çalıştığı Tabarin Bar'a gider, locamsı yerlerden birine çıkar, bir rakı söyler ve şakalaşır dururdu kızlarla..
Bazen Ankara'nın yaz akşamlarında, Osman Nihat'la saz bahçelerine de giderdik. Saz heyeti, Osman Nihat'ı görünce, saygıyla ayağa kalkıp kendisini selamlar ve hemen, -o tarihlerde çok ünlü olan- "Bir ihtimal daha var..."ı çalıp söylemeye başlardı... Müthiş bir alkış kopardı bahçede...
Gençlik Parkı'nın yeni düzenlendiği yıllardı. Osman Nihat'la parkta, dedikodulu, nükteli, taklitli bir konuşma içindeyken, bana ilk kez son bestesini hafif bir sesle okumaya başlamıştı, "Ahım gibi ah var mı acep anlar içinde..."
TRT 4'de, "Yine bu yıl Ada sensiz..." başlayınca, birden özleyiverdim Osman Nihat'ı... Şimdi şu karşıdaki yazı koltuğunda oturuyor olsaydı...
Sonra Solmaz'a döndüm:
- Biz, belki kendimiz de farkında değiliz ama, dedim; eski bir İstanbullu olmaktan soyutlanma olanağımız yok bizim...
Ne var ki, bizim eski İstanbul Dükalığı; hiç umursamadığı Taşra'nın gelip kendisini ıskartaya çıkartmasına ve azgın bir toprak yağmasıyla "sonradan görmeler dönemi"ni başlatmasına karşı, kendisini hiç savunamamıştı...
Kar, tipi, soğuk ve kalorifer dairesini sular bastığı için, çalışmayan radyatörler...
Hem her ay apartmanın, akaryakıt da dahil, ortak harcamalarından payına düşeni ödeyeceksin; hem de, elektrik sobalarına abandığın için, elektriğin iyice kabaran faturalarını...
Çocukluğumdan beri, İstanbul'a biraz hızlı bir yağmur, yahut birkaç gün kar yağdığında; gazeteler hep aynı başlığı atarlar, "İstanbul, dün yine yağmura teslim oldu", "İstanbul dün yine kara teslim oldu"...
Kapanan yollar, yollarda kalan taşıt araçları, artan trafik kazaları, kazalarda yaralananlar ve hatta ölenler...
Bu arada devrilen elektrik direkleri, devre dışı kalan trafolar, kesilen elektrik v.s..
Bir de kış yüzünden, dünya ile ilişkisi kesilmiş binlerce köy var; hastalar, doğumu yaklaşmış hamileler, rüzgârların damlarını uçurttuğu derme çatma evler...
Doğa, kendisiyle başedecek donanımdan yoksun olanı affetmiyor...
Yine eski bir dostum olan Behçet Kemal'in, hamaset şiirlerini okullarda çocuklara ezberletmek de bir çözüm sağlamıyor:
"Yelelerinden tutup tarih denen arslanı
Diyelim hep beraber, sahibin Türk'ü tanı.
Türk'ün güneşleriyle dünya ufku ağardı,
Türk olmasa tarihe yazılacak ne vardı?"
Cüneyt Arcayürek'in, tarihsel birer belge niteliğindeki kitaplarını okuyanlar; bazı ünlü siyasetçilerin, kendi çıkarlarına göre yaptıkları hesap, plan ve uygulamalarla; o sırada kamuoyuna karşı yaptıkları demagojik açıklamalar arasındaki farkın büyüklüğünü görerek, sürekli yedikleri kazıkların da boyutlarını öğrenmiş olurlar...
Neyse ki dış dinamikler, yine de değiştirmek zorunda Türkiye'yi... Verilen ve daha bir süre verilecek olan firelere üzülüyor insan...