Sıkıntıları, sorunları ve yaşadığımız çeşitli gerilimleri taşıyamaz
hale geldiğimizde biraz olsun kendimize dönüyoruz.
Nedenleri bulmaya çalışıyor ve çözüm arayışı içine giriyoruz.
Bu süreçte başkalarından ya da bir kitap ve benzeri bir kaynaktan
yardım almaya da gereksinim duyuyor ve yardıma açık hale geliyoruz.
Bu noktada ya tepkilerimizi bir şekilde ortaya koyup derin boşluk
hissine kapılmadan durumu kurtarıyoruz ya da duygusuzluk dediğimiz
bir sürece giriyoruz.
Örneğin aldatılıp terk edilen bir aşık kızıyor, öfkeleniyor, küsüyor,
kırılıyor ya da başka bir şekilde tepki gösteriyor.
Gerilim çok fazlaysa zihinsel mekanizması onu korumak için yeni bir
süreci harekete geçiriyor:
Duygusuzluk.
Bardağın boşalması gibi bir şey bu.
Zihin mesajı veriyor:
"Tutunduğun düşünce ve duyguların sana pek bir hayrı yok. Boşaldın ve
bir süre sonra yeniden dolacaksın."
Bu süreç kısa sürerse pek sorun yok.
Uzun sürerse sıkıntı yaratıyor...
Satır aralarında kısa bir mesaj var:
"Düşünce ve duygularımıza yapışıyoruz. Çünkü onlarda güvence
bulduğumuzu düşünüyoruz."
Kısacası duygular bir zift gibi yapışıyor ve bizi hep haklı çıkarmaya
yardım ediyor. Ancak çok ağır süreçler sonunda en azında o durumda
kökten bir değişim fırsatı veren duygusuzluk o eski duyguları söküp
atma fırsatı yaratıyor.
Ama yaşamın tümünde bir değişim istenmediği için de onun da zaman
içinde etkisi fazla olmuyor.
Duygu nasıl oluşuyor:
"Bir elmayı yiyoruz. Tat kaydı yapılıyor. İlk kayıt ekşi ise elmayı
her bir dişlemeye kalkışmamızda o ekşi kaydı düşünce olarak ortaya
çıkıyor. Bellek, bir yaydan çıkan ok gibi düşünceyi o duruma tepki
olarak ortaya koyuyor ve geçmişin gölgesini o ana yansıtıyor."
O halde duyguyla düşüncenin aynı şey olduğunu söyleyebiliriz. Belki
de çok kısa bir zaman sürecinde aynılaştığını söylemek daha doğru
olacaktır.
Tavuk-yumurta-tavuk gibi birbirinin nedeni haline gelen iki şey.
Şüphesiz düşüncelerimizi sadece kendi deneylerimizle oluşturmuyoruz.
Bir de bize söylenenleri doğru ya da doğru olabilir şeklinde kabul
etme özelliğimiz var. Yani kısacası ikinci el bilgilerle donanmış
durumdayız.
Duygu ve düşüncenin nasıl oluştuğunu anlamak önemli ama tek başına
bilme eylemi insanı o yılların düşünce birikiminden kurtarmıyor.
Şu örneğe bir göz atalım:
"Yatma vakti gelmiş bir küçük çocuğa annesi uyu yoksa baban kızar
diyor. Bu anne kendine güvensizliğini ortaya koyuyor. Çocuğun
uyumaması durumunda kendisinin onu uyutmak zorunda kalmasının
vereceği acıya katlanmayı göze alamıyor. Babanın işi ne kadar zor.
Çocuğu korkutup uyutmazsa eşinden gelecek acıya katlanacak ya da
çocuğuna karşı eşinin istediği adam rolünü oynayacak. Çocuk ne
düşünüyor dersiniz. Uyursam babam beni sevecek. Babamın sevgisini
kazanmak için onun istediklerini yapmak zorundayım. Sonunda zihin bir
tilki kıvraklığıyla babam aslında beni sevmiyor gibi bir sonuç
üretiyor."
İşte dilin şiddeti...
Çocukluktan başlayan dille ve davranışlarla örülmüş bu duygu
dünyasına bakmayı ve değişimin dansını bilmek gerekiyor.
Neden mi?
Bir kısa anı bile o anda kendimiz olarak yaşamak için...