Romeo ve Jülyet yaşasaydı..
Romeo ve Jülyet yeniyetmeydiler. Yani hem hüznün, ve geleceğe dair korkuların çağındaydılar; hem de yüceltilmiş hayaller yaşındaydılar.
Güzel, coşkulu, uçsuz bucaksız hayalleri vardı!
Ne var ki, ailelerinin arasındaki acımasız kan davası ergen aşıkların hayallerinin gerçekleşmesine izin vermiyordu.
Ve unutmamalı ki, Romeo ve Jülyet birbirlerine bir türlü kavuşamıyorlardı. Bu yüzden de romantik beklentileri gitgide artıyordu.
Tersi olsaydı; böyle trajik değil de, sıradan bir öykü olarak gelişseydi olaylar...
Her şey yolunda gitseydi ve iki tarafın aileleri değil de; iki gencin romantik beklentileriyle evliliğin rasyonel gerçekleri çatışmaya başlasaydı...
Yani aileler Romeo'yla Jülyet'i başgöz edip; nevresim takımlarından oğlanın işine gücüne, her şeye karışsaydılar ve evliliklerinin gündelik gerçeklerinden geleceğine kadar işleri planlamaya kalksaydılar, aşıkların ilişkisi nasıl olurdu?
Çağlar aşırı bir trajedi yerine; en iyi ihtimalle orta karar bir Amerikan romantik komedisiyle karşılaşırdık.
Öyle değil mi?
(Bu yüzden bazı yazarlar Romeo ile Jülyet'i, sürekli beraberliğe dönüşen aşkların ağır ağır etkisini gösteren zehrini içmektense, bir yudumda zehri içerek ideal sevgilerini sonsuzluğa kazımış kahramanlar olarak değerlendirmişlerdir. Abartma ama, itiraf etmeli ki, pek ince ve doğru anlamlar içeren bir abartma!)
***
İnsan sevince, sevdiğini ister...
Orada, uzakta değil!
Burada, yanı başımda olsun...
Hatta "içimde" bir yerde... Mümkünse...
Ama insan sevince yalnız sevdiğini istemiyor; sevdiğiyle birlikte bir hayat da düşlemeye başlıyor.
Yüzeyde inkâr ederek de olsa, kafasından o fikri uzaklaştırmaya çalışarak da olsa, hem aşk hem özgürlük şarkılarını aynı anda söyleyerek de olsa... Birlikte bir hayat arzusu ortalık yere bütün ağırlığını getirip koyuyor!
Ve her şey "yeşil panjurlu bir ev"de iki kişilik bir mutluluk düşlemekle başlıyor galiba...
Evin yeşil panjurlu olması zor...
Bir türlü hayallerdeki yeşili tutmuyor panjurlara atılan boya...
Panjurlar istendiği gibi olduğunda, bu kez pencere pervazları çürümeye, rüzgâr geçirmeye başlıyor.
Bahçedeki hanımelleri sulanmak istiyor. "Kim sulayacak?" tartışması çıkıyor. (İşte bu hiç hesapta yoktu!)
O kadarla da kalmıyor elbette!
Komşular var, başka insanlar yani...
Hem sevgili hem de başkalarının arasında herkes gibi olmak öyle uzaktan göründüğü gibi kolay mı?
Sonunda romantik ideallerle gerçekler arasında açılan uçurumdan aşağıya ya ruhlar fırlatılıyor ya da ilişkinin ta kendisi...
***
Düş kırıklıkları, öfke veya en azından sıkıntı ve kayıtsızlık çukuruna düşmüş ilişkileri tartışırken aklımıza bin türlü şey geliyor.
Ama başlangıçtaki romantik ideallerin ilerdeki kırgınlıklardaki payını genellikle unutuyoruz.
Bana kalırsa romantizmin en büyük düşmanı romantik ideallerimiz!
Birbirimizi yaşamak yerine, birlikte hayatı nasıl yaşayacağımızı kurup tasarlıyoruz.
Eee, olmuyor tabii!
ALTYAZI
Frank: Neyin var? Yoksa başka biri mi var hayatında?..
Kathleen Kelly: Hayır!.. Hayır! Fakat başka birinin hayali içindeyim.
(Nora Ephron'un 1998 yapımı romantik komedisi "You've Got Mail"den... Gönderen Ayşe Özarslan'a teşekkürler)
|