Kasım krizinin birinci yıl dönümü yazı günüme rastlamadı. Bir günlük gecikme için okuyucularımın beni mazur göreceğini sanıyorum. Hayatımızı değiştiren ekonomik olayların başlangıç noktası 21 Kasım 2000 Salı günüdür.
Kendi pozisyonumu bir defa da açıklamakta yarar görüyorum. 1999 Aralık ayında uygulamaya konan enflasyonla mücadele programı Türkiye için çok büyük bir şanstı. Onyıllık kötü politikalar sonucu köşeye sıkışan ekonomiye yeni bir nefesti.
Kısaca hatırlalatım. Enflasyon kadar devalüasyon, yüksek faiz, sıcak para derken, 1990'ları kötü bir resesyonun içinde bitirmiştik. Olağan iktisat politikası araçları artık işlemez hale gelmişti.
Şartların zorlaması ile enflasyonla mücadele etme kararı alındı. Döviz kuru "nominal çapa" yapıldı. Maliye politikasına çeki düzen verildi. Yapısal reformlar başladı.
Program derhal sonuç verdi. Faizler ve enflasyon düştü. Talep canlandı. Adeta imkansızı başarıyorduk. Bir yandan enflasyonu inerken aynı anda büyüme hızlanıyordu.
Programı neredeyse kayıtsız şartsız destekledim. Bundan hiç pişmanlık duymuyorum. Doğru olanı yaptım. Türkiye'nin eline geçen bu fırsatı hakkı ile kullanması için çaba gösterdim. Ama gücüm yetmedi.
Kabahat kimde?
Kasım krizinden sonra hemen kabahatin kimde olduğu tartışmaları başladı. Türkiye'nin böyle bir geleneği var. Olayın sonuçlarını bırakıp suçlu aramayı tercih ederiz. Genellikle de kendimizden başka herkesin kötü sonucu katkı yaptığını sonucuna ulaşırız.
O dönemde bende bu trene bindim. Deniz Gökçe esas olarak yapısal reformları yavaşlatan hükümeti kabahatli buluyordu. Mahfi Eğilmez eleştiri oklarını IMF'ye yöneltiyordu. Ben de Merkez Bankasını vurguladım.
Aradan zaman geçince, insan daha gerçekçi değerlendirmeler yapabiliyor. Nüansların eski önemi kalmıyor. Kaçan fırsatın büyüklüğü daha da belirgin hale geliyor. Kimlerin neyi neden yaptığı daha iyi anlaşılıyor.
Şimdi aslında herkesin suçlu olduğunu düşünüyorum. Siyasetçiler olayın vehametini kavramadılar. Bürokrasi gerekli duyarlılığı göstermedi. IMF banka sistemindeki sorunları hafife aldı. Köşe yazarları felaket tellallığını çok sevdiler. Vatandaş programa zaten hiç güvenmedi.
Ya ben? Olmayacak duaya amin demişim. Siyasetçisinden bürokratına, köşe yazarından işalemi temsilcisine, bankacısından vatandaşa, tüm kesimlerin Şubat sonrasında değişime ve mantığa direncinin ne kadar büyük olduğunu daha net gördüm.
Aslında ortada fırsat yokmuş. Türkiye 2000 yılı programını sürdürecek sağduyuya sahip değilmiş. Dolayısı ile bir bardak suda kopardığı fırtınalarla gemiyi mutlaka batıracakmış. Batırdı zaten. Hepsi o kadar.
Ders alındı mı?
Geriye çok önemli bir soru kalıyor. Acaba Kasım ve ardından gelen Şubat krizlerinden gerekli dersleri çıkardık mı? Yoksa kafaların içi hala eskisi gibi mi?
Siyasetçiler önemsiz gibi duran hataların ekonomiye ve topluma nasıl büyük bedeller getirebileceğini anladı mı? Bürokrasi küçük hesapların vahim hatalara yol açabileceğini kavradı mı?
Vatandaş müşterek sorunlara bireysel çözüm olmadığına ikna oldu mu? İşalemi kısa vadeli bakışların uzun dönemde en büyük hasarları getireceğini gördü mü?
Bilmiyorum. Herkesin dersini öğrendiğini umut ediyorum. Keşke...