Kötü ile iyiyi ayırmaktan henüz uzaktaydım ama esrarengiz olmaya da son derece müsaittim. Kabahat ne Jack London'da, ne de Jules Verne'de idi.
Daha büyük kuşların tünemeyip bir güzel uçtuğu, neon ışıklarının bir yanıp bir söndüğü rengarenk "Doğruyol" akşamlarında kendime, kendimden kılavuzlar bulmuştum. Bazen Ahmet Rasim Bey ile Fuhş-i Atik de takılıp kalıyor, bazen Reşat Ekrem Koçu Bey'in bol madamlı ve matmazelli "Baloz"larına teşrife beis görmüyordum.
İçip de yazanları içmeden okuyan, eski Pera kokusu ile kendinden geçen "Aylak adam"ın tekiydim işte..
Balık Pazarı'ndaki meyhanelerin masasına henüz ne iktisaden, ne de bedenen çökecek kadar güçlü değildim. Ama boyumdan büyük işlere karıştığımı, karışmasam bile boyumu aşkın düşlere yöneldiğimi biliyordum.
Düşlerini bile başkalarına ifade etmeyecek kadar hayat cimrisi olan bendeniz, Tamburi Cemil Bey dahil olmak üzere cümle musikişinasın güfteden besteye, dökülen koca hayatlarına da misalen dalmaya kararlıydım.
Uzak "Amerikan rüyası" görmekten, yakın Türkiye gerçeği taşımak daha doğru olmalıydı. Bu yüzden Jesse James'in tabancalarını her ne kadar kabzaları altın kaplamalı olsa da Ahmet Rasim ve Reşat Ekrem'in "Faber" kurşun kalemlerinden daha cazip gelmemişti.
"Dekman" oynamayı bıraktım. Ne "Çilli Lusi" gibi kızlara aşık olacaktım. Ne de Cronin'in "Pembe Yıllar"ındaki kalben yaralı bir hemşireyi tedavi edecektim. Kendini tıbba değil de, güzelik hemşirelere adayan bir doktor olamazdım.
"9'uncu Hariciye Koğuşu" ve Peyami Safa Bey, Cronin'in "Beyaz Gömlekliler" dünyasındakilerden daha cezbediciydi. Çok basit söylemek gerekirse önce kendimin dünyasını keşfetmeliydim. Daha sonra yadellere kanat çırpan bir göçmen kuş olarak düşünmekten keyif alıyordum.
O sıralarda nice arkadaşım "Vahşi Batı"nın yoluna düşmüş ve gönderdikleri kartpostallardaki renkli dünyayı anlatmaya çalışmışlardı. Genç kafamla hayatın resimlere veya kartpostallara uymadığına, biz evdeki cevzi sandığındaki albümlerden vakıftık.
Yırtılmış ve zaman pası tutmuş "Phebus" fotoğraflarında yaşayan gelinle damat değil, Phebus Efendi'nin çok cafcaflı ve kabartmalı "Alamet-i Farika"sıydı. Bu sebeple Alabama'daki siyah-beyaz kavgasında Asaf benim düşlerimdeki siyah-beyaz'a çok yıllar sonra liginç bir beraberlik taşıyacaktı. "Bütün renkler kirlendi, birinciliği beyaza verdiler". Beyaz renk biçimde kirlenmeye en müsait ama nedense Amerika'da bir türlü kirlenmiyordu. Hep arınmış kalanlar beyazdı, hep kararıp simsiyah alanlar da yine siyahlardı
Şairler "Zenciler birbirine benzemez" diyordu ama sanki bütün zencilerin yazgısı aynı kalemden çıkıyordu. O zaman ben de "yazgıları beyazlar yazıyor" diye düşünmekten kendimi alamayacak ve size sözünü ettiğim Pera uçuşlarında bu siyah kuşlara ithafen bir hasret ifadesi takdim edecektim:
"Alabama'da bir zenciyi öldürdüler.
Rengi siyah diye...
Ve insanlık böyle karardı.
Fark eden sadece ben değildim. Döneminde "Dünyanın en yaşlı adamı" sıfatını taşıyan Zaro Ağa 60'ından sonra "Amerikan rüyası" görmüştü. Ağa'yı Amerika yollarına düşürenler ile film icabı "King Kong" ya da "Tarzan"ı new York'a getirenler arasında bir fark yoktu. Dünyanını en yaşlı adamı sonuçta rüyanın bitip gerçeği gördüğünde "Dünyanın gözü en yaşlı adamı" olacaktı. Gökdelenlerde kapıcı olmuş ve Türkiye'ye dolar değil, elem zengini olarak dönmüştü. (162 yaşında öldü.)
Kirkor Zarifyan İstanbul'a hak ettiği renk zenginliğini en iyi veren, yaşayan ressamımızdı. Zannetti ki Boğaz'ı, Kandilli'yi, Pera'yı özetle İstanbul'u düşleriyle New York'a götürüp tablolara nakşedecek. Amerikan rüyası yerine Türkiye gerçeğini yaşamak gerekiyordu ve Zarifyan zenginliği teperek Türkiye gerçeğini paylaşmaya koşacaktı. Açtığı 18'inci sergisinin adı neydi biliyor musunuz?
"Sensiz olamam"
Galiba en iyisi Amerikan rüyasını "Geronima", "Tarzan" gibi filmlerde görmek "Pekos Bill", "Tom Miks", "Teksas" çizgilerinde yaşamak.
Blue Jeans, Mont, Parka ya da Rousvelt çizmeyi giyip siyah ve kızılderililer için yazılmış kitapları okumak "Amerikan rüyası" için bir tedavi yolu olabilir.
Çünkü böyle bir Amerika için "vize" almaya gerek yok.