Bugün ortaokuldan belge almış bir çocuk dahi, en azından Voltaire'in Rousseau'nun adlarını duymuştur. Ama onların yaşadığı yıllarda İstanbul'da kimin padişah olduğunu bilenimiz azdır. Hele o padişahın kimin çocuğu, kimin babası olduğunu ve neler yaptığını bilenlerimiz büsbütün azdır.
Bunun baş nedeni de, başarılı saydığımız üç beş padişahı; nerdeyse Tanrı katına çıkaracak övgülerle donatıp, onlardan kendimize cakalanma payları çıkarmamız; bize övünme olanağı vermeyen yumruk kafalı padişahları da, tümden yok saymamız...
Tarihsel bir akışın olay ve kişilerine, böyle anlamsız bir "böbürlenme, yahut hayıflanma" ölçülerine göre, zigzaglı bir politikayla yaklaşılamaz. Tarih ne böbürlenmek, ne hayıflanmak için değil; toplumsal bir oluşumun süreçlerini, bilimsel bir soğukkanlılıkla saptamak içindir.
Voltaire ve Rousseau'nun yaşadığı ve Fransa tahtında On Beşinci Louis'nin bulunduğu yıllarda, İstanbul'da Üçüncü Mustafa padişahtı.
Üçüncü Mustafa, Üçüncü Ahmet ile Mihrişah Sultan'ın oğluydu. Mihrişah Sultan, soyu sopu belli olmayan ve kökeninin Fransız, asıl adının da Janette olduğu söylenen; bir harem cariyesiydi.
Üçüncü Mustafa, güvey tıraşı için akşamdan bilenmiş bir ustura kadar keskin, bir özel sektör düşmanıydı.
1757'de tahta çıktığı zaman, kırk yaşındaydı. Aklını üç şeye taktırmıştı; yıldız falına, kürk satan esnafın kazancına, sadrazam yaptığı kişilerin parasına...
Önüne gelene kürk satanların ne kazandığını sorup dururdu. Sonunda da; kürkçülerin kendisinden daha çok mangır kazandığı kuşkusuna mı kapıldı ne oldu; Osmanlı ülkesinde kürk giyme yasağı ilan etti.
Neyse ki, kürk satıcıları çok da enayi değillerdi. Düşündüler taşındılar, saraya bağlı aracılarla padişahın eğilimlerini yokladılar ve bir heyet halinde huzura çıkarak; yasağın kaldırılması koşuluyla, her ay padişaha yirmi bin altın haraç vermeyi önerdiler...
Öneri onaylandı, kürk yasağı da kaldırıldı.
Üçüncü Mustafa'nın babası Üçüncü Ahmet, Patrona Ayaklanmasında; oğlu Üçüncü Selim ise, Kabakçı Mustafa Ayaklanmasında devrilmişlerdi...
Üçüncü Mustafa da, babasıyla oğlu arasında; iki sadrazamından birinin kafasını kestirmiş, ötekini de boğdurmuştu...
Bunlardan, Bahri Mustafa Paşa'nın azledildikten sonra kafası kesilmiş ve tüm servetine padişahça el konmuştu...
Yağlıkcızade Mehmet Emin Paşa ise, azledildikten sonra; sadrazamlığı sırasında, orduya yeterli yiyeceği bulamadığı ve askerden kaçmaları önleyemediği gerekçesiyle, boğdurulmuş; onun da malına mülküne el konulmuştu...
Üstelik Üçüncü Mustafa bunları hep yıldız falına baka baka yapmıştı...
Ve çağdaşı Baumarchais'nin, ne Sevil Berberi'ni; ne de Figaro'nun Düğünü'nü okumuştu. Anası Montesquieu'yü; kendisine Üçüncü Selim'i doğuran ve Ceneviz kökenli olduğu söylenen cariyesi de, Richardson'u okumamışlardı.
Üçüncü Mustafa, anasının adını takmıştır cariyesine de. Onun için Üçüncü Selim'in anasının adı da, Mihrişah Sultan'dır.
Üçüncü Mustafa zamanında, Osmanlı ordularının uğramış olduğu yenilgiler korkunçtu. Bu yenilgiler tek tek incelendiğinde; yıldız falı, kürkçü haracı ve kesilip boğdurulan sadrazam servetiyle; binlerce insanı boş yere kırdırmaktan ötede; neden hiçbir başarının kazanılamayacağı da çıkar ortaya... Bu yenilgilerin her biri, bir akılsızlık sefaletidir.
O yenilgilerin analizleriyle, aynı dönemde yaşamış olan Diderot'nun yapıtlarındaki bakışı, yan yana getirmek; çok şeyler öğretebilir kişiye...
Diderot, yahut Voltaire; birer Osmanlı yazar ve düşünürü olsaydı da, Üçüncü Mustafa 'nın padişahlığında İstanbul'da yazsaydı yazdıklarını; acaba sonuç ne olurdu?
Ya o yenilgilerin her biri, çok aşamalı birer zafer olurdu; yahut da yazarların yazgısı, sadrazamlarınkinden beter olurdu.
Kazara ben, Üçüncü Mustafa döneminde yaşasaydım ne yazardım? Herhalde şimdi yazdıklarımın bir harfini bile yazmak aklımdan geçemezdi. Üçüncü Mustafa'nın sağlığına dua yazıları yazmakla yetinirdim.
Oysa 18. Yüzyıl'ın ikinci yarısında; bir Türk yazarının, bir tiyatro oyununda; Hıristiyan olmuş bir Müslüman'la, Müslüman olmuş bir Hıristiyan'ı ve Yahudi olmuş bir Budist'le, Budist olmuş bir Yahudi'yi; ortaklaşa sevdikleri, dinsel inancını yitirmiş ve saraydaki akağalarından birine aşık olmuş, bir sadrazam kızıyla konuşturması gerekirdi.
Bu düzeye varmış, her türlü koşullanma ötesi bir yaratıcılık; elbet fizik, kimya, biyolojide de kendisini gösterecek ve Osmanlı donanması; Çeşme önlerinde, üç bin kilometre uzaktan gelmiş bir donanma tarafından yakılamayacaktı.
Üçüncü Mustafa da, azlettiği sadrazamın kesik kafasını, nereye gömdüreceğini düşüneceğine; Amerika'da olup bitenleri izlemek için, Musullu Emin Paşa'yı, yahut Moldavanlı Ali Paşa'yı, Boston'a gönderecekti.
Ne yapmalı ki, Üçüncü Mustafa'nın kafası, 18. Yüzyıl'ın ikinci yarısını anlayamayacak kadar küçüktü, mercimek kadardı...
Not: 19 yıl önce yazılmış bir yazı... "Kullar ve Sultanlar"dan...